|
Yazarlar
Zühdü yeniden düşünmek…
Reklam
Reklam
Vazgeçmek, sakınmak, kaçınmak, terk etmek, ilgisiz kalmak, yüz çevirmek… anlamındaki
zühd
, tasavvufun en önemli kelimelerindendir.
Öyle ki, tasavvuf tarihlerinin tamamında zühd, onun doğuş nedeni olarak zikredilir. Örneğin merhum
Selçuk Eraydın
, tasavvufun “İlk devirde zühdî bir hareket tarzında” başladığını; “İslam ruhunun gerçek canlılığının ve tazeliğinin bir devamı niteliğinde” geliştiğini belirtir. (Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV Yayınları)
İbn Fürek
’in (v. 1015) el-İbâne’sinde, başkalarından naklen “Fuzûlî (ihtiyaçtan fazla olanı terk edip umutla Allah’a yönelmek; nefsi arzulardan uzaklaştırıp, onu kendisini gören, var eden (tekvin) ve Yaratan’a yöneltmek; insanlar arasında şöhret görüntüsünden kalbi soyutlamak ve tamamını değil, zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde nefsin hissesini almak; dünyayı içindekilerle beraber terk edip kalbi Yaratan’a bağlamak; ellerini tüm gayelerden hâlî kılmak ve kalbi itirazdan korumak” şeklindeki manalarla tasavvufî bir ıstılaha dönüştürdüğü zühd, hemen burada yüklenen manaların çeşitliliği ve çelişkileri bakımından üzerinde durduğumuz dünya telakkisinin sorunlu noktalarından bir diğerini oluşturur.
Aslında,
Mehmet Ali Aynî
’nin Tasavvuf Tarihi’nde (Büyüyenay Yayınları) Şettâr Tarîki’nin ikinci esası olarak zühde vediği “Yeteri kadarla yetinme, fazlasından yüz çevirme” anlamı bakımından, onun dünya ile ilişkisi esasında bir sorun yoktur.
Sorun, dünyayı nimetleriyle birlikte terk etme, halk yararı için dünyayı imardan kaçınma ve dolayısıyla bu yönde Hakk için yapılabilecek hizmetten de yoksun kalma anlayışının özellikle
iktidar krizleri
nin ortaya çıktığı devirlerde hâkim bir tutum hâline getirilmesindedir.
Nitekim zühd hareketi, Emevîler’in fetihler yoluyla zenginlik de arta dururken, hilafeti saltanata dönüştürme gayretleri ve halkı da saltanatlı bir hayata özendirmeye başlamalarıyla doğan ve Abbasiler’in kuruluşuna çıkan ilk iktidar krizlerinde
Hasan-ı Basrî
(v. 110/728)
Muâfâ b. İmrân el-Mevsılî
(v. 185/801) ve
Râbia el-Adeviyye
(v. 185/801 ?) üzerinden bir karşılık bularak tasavvuf literatürüne daha o zamanlardan dahil olmuştur.

Muâfâ b. İmrân’ın Zühd adlı kitabında (Ensar Yayınları) iki farklı ifadeyle zikrettiği “Ümmetim, salınarak ve kibirli bir şekilde yürüdüğü ve Persler ile Rumlar onlara hizmet ettiği zaman Allah, ümmetimin şerlilerini hayırlı olanların üzerine musallat edecektir” mealindeki Hadis’ten de anlaşılacağı üzere, Allah’ın kullarını kendine kul edinmeme, dinleri ne olursa olsun hakimiyetindeki halka Allah’ın hükümleri dışında bir yol ve etkiyle hükmetmeme, kendine yetme ve kendi imkanlarıyla yetinme esasından baktığımızda da zühd, zaten Peygamber Efendimizin, âlinin ve ashabının yaşantısı olarak izlenmesi gereken zorunlu bir uygulama hâline gelmektedir.

Bu durumda zühd için
Ahmed b. el-Hüseyn Beyhakî
’nin (v. 458/1066), mutasavvıflardan aktardığı çok sayıdaki tanımdan,
Fudayl b. İyâz
’a ait olan “Kanaatkâr olma; helali talep etme” tanımlarını had olarak almak, Kur’an’ın şu mealdeki ayetleri uyarınca da gereklidir:

“Ey iman edenler! Allah’ın size helal kıldığı iyi ve temiz nimetleri (kendinize) haram etmeyin ve (Allah’ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Maide 5/87)

“…O, sizi yeryüzünden (topraktan) yarattı ve sizi oranın imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı…” (Hud 11/61)

“Ey Ademoğulları! Her mescitte ziynetinizi takının (güzel ve temiz giyinin). Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (Araf 7/31)

“Büyük nimet büyük imtihan demektir” diyen
Kuşeyri
’nin Letâifü’l-İşârât’ında (Fikriyat Yayınları) iki yerde farklı kelimelerle zikrettiği şu rivayeti, yine zühdün mahiyeti ve en doğru uygulama tarzı bakımından örnek olarak verebiliriz:

“(Hz. Süleyman’la ilgili) bir rivayette, onun bir gün mülküne itibar vererek onu (övünçle) düşündüğü aktarılır. Bunun üzerine rüzgâr onun oturduğu yere doğru yönelmiş (oturduğu yeri sarsmış), Süleyman da ona şöyle demiş: ‘Doğrul.’ Rüzgâr şöyle demiş: ‘Sen doğrul. Sen kalbin ile istiva üzere olursan ben seninle istiva üzere olurum. Sen eğilirsen, ben eğilmiş olurum.”

Nimetin kula verilmesi, aynı zamanda o nimetin onun elinde istikamet ve kullanım bulması anlamına gelir. Yine nimetin kula verilmesi öncelikle o nimetle Nimeti Veren’in hatırlanmasını gerektirir.

Bunlardan baktığımızda, zühd konusunun yukarıda zikrettiğimiz planda sorunlu olmasını gerektirecek hiçbir durum yoktur.

Zira dünya, hakla hizmet için Hakk’ın yardımıyla insanın imarına açık kılınmıştır.

#Zühd
#İbn Fürek
#Selçuk Eraydın
#Tasavvuf
4 ay önce
default-profile-img
Zühdü yeniden düşünmek…
Oturmak ya da oturmamak…
Eski komplolar ve yenileri...
İftar masası dizilimi
Kuntz’un farkı nedir?
Karayılan’ın kankası Hasan Cemal yeni görevinde!