|
Beden-göz

Juhani Pallasmaa'nın, Aziz Ufuk Kılıç çevrisiyle Yem Yayınları arasından çıkan Tenin Gözleri (The Eyes of the Skin: Architecture and the Senses) adlı kitabını, öncelikle iyi okurlar için bir kez daha hatırlatmak ihtiyacındayım.



Sanatta (mimaride), Rönesans'tan beri hakimiyetini sürdüren retinal anlayışın, başta dokunma duyusu olmak üzere diğer duyulara mahsus olan görme'yi öteletmesinden hareketle kendi düşüncelerini oluşturan Pallasmaa'nın çalışmasından şu kısmı alıntılamak ve bunlarla yürüyerek, izleyen yazılarımda, Özlem Hemiş'in “bakış terbiyesi” olarak tanımladığı kendi sanat anlayışımız üzerine (nasip edilirse) kimi değerlendirmelerde bulunmak niyetindeyim:



“Tenin Gözleri' başlığıyla, dokunma duyusunun dünyayı deneyimlememiz ve anlamamızdaki önemini ifade etmek istedim, ama başat duyu olan görme ile bastırılmış duyu kipi olan dokunma arasında kavramsal bir kısa devre yapmayı da hedefledim. İlk metni yazdığımdan bu yana, tenimizin birçok rengi fiilen ayırt edebildiğini, gerçekten de tenimizle gördüğümüzü öğrendim.



Dokunma duyusunun birinciliği giderek apaçık oldu. Yaşanmış dünya deneyimimizde ve barındırdığımız iç mekanlardaki içsellik deneyimimizde çevrel (

peripheral

) ve odaklanmamış görmenin rolü de ilgimi çekti. Dokunsallık ve odaklanmamış çevrel görme tam da yaşanmış deneyimin özünü biçimlendirir. Odaklanmamış görme dünyayla karşılaşmamızı sağlar, çevrel görme ise bizi dünyanın teniyle sarmalar. Görmenin hegemonyasını eleştirmenin yanı sıra görmenin bizzat özünü de yeniden değerlendirmemiz gerekiyor.



Görme de dahil olmak üzere tüm duyular dokunma duyusunun uzantılarıdır; duyular ten dokusunun özelleşmiş halleridir ve tüm duyusal deneyimler birer dokunma kipidir ve böylece dokunsallıkla ilintilidir. Dünyayla temasımız, bizi sarmalayan zarın özelleşmiş kısımları aracılığıyla, kendiliğinden (

self

) sınır hattında gerçekleşir. (...)



Dokunma, dünya deneyimimizi, kendimize ilişkin deneyimimizle bütünleştiren duyu kipidir. Görsel algılar bile kendiliğinden dokunsal sürekliliği (

continuum

) içinde kaynaşmış ve bütünleşmiştir; bedenim kim olduğumu ve dünyada nerede olduğumu anımsar. Bedenim gerçek anlamda dünyanın göbek deliğidir, merkezli bakış açısının görüş noktası anlamında değil, gönderimin, belleğin, imgelemin ve bütünleştirmenin yeri anlamında.



Şu açık ki, 'yaşamı yükselten' mimarlık tüm duyulara birden seslenmeli ve kendilik imgemizi dünya deneyimimizle kaynaştırmalıdır. Mimarlığın asli zihinsel görevi barındırma ve bütünleştirmedir. Mimarlık bizi salt kurgu ve hayal dünyalarında iskan etmek için değil, dünyada-olmak deneyimimize tercüman olmak ve gerçeklik ve kendilik duygumuzu güçlendirmek içindir.



Sanat ve mimarlığın güçlendirdiği kendilik duygusu düş, imgelem ve arzunun zihinsel boyutlarını tam olarak görmemizi sağlar. Binalar ve şehirler, insani varoluş durumunu anlamak ve onunla yüzleşmek için gerekli ufku sağlar. Mimarlık salt görsel ayartma nesneleri yaratmaz, anlamlara aracı olur ve onları yansıtır. Herhangi bir binanın nihai anlamı mimarlığın ötesindedir; bilincimizi dünyaya ve kendilik ve varlık duyumuza geri yönlendirir. Anlamlı mimarlık kendimizi bedenli ve tinsel tam varlıklar olarak deneyimlememizi sağlar. Aslında bu, her türlü anlamlı sanatın en önemli işlevidir.



Sanat deneyiminde kendine özgü bir alışveriş gerçekleşir; ben duygularımı ve çağrışımlarımı mekana ödünç veririm, mekan da bana, algılarımı ve düşüncelerimi ayartan ve özgürleştiren aurasını ödünç verir. Bir mimarlık yapıtı bir dizi yalıtık retinal resim olarak deneyimlenmez, tastamam kaynaşmış maddesel, cisimsel ve tinsel özüyle deneyimlenir. Gözün ve diğer duyuların dokunuşu için kalıba dökülmüş, haz veren şekiller ve yüzeyler sunar, ama aynı zamanda fiziksel ve zihinsel yapıları içine alır ve bütünleştirir, varoluş deneyimimize pekişmiş bir tutarlılık ve anlam verir.



İster sanatçı olsun ister zanaatçı, çalışırken dışsal ve nesnelleştirilmiş bir soruna odaklanmış olmaktan çok, kendi bedenleriyle ve varoluş deneyimlerini doğrudan doğruya işin içine katarak çalışırlar. Akıllı bir mimar bütün bedeni ve kendilik duygusuyla birlikte çalışır. Bir bina ya da nesne üzerinde çalışırken mimar aynı zamanda bir tür tersten perspektifin de içindedir: kendi kendilik-imgesi, ya da daha doğrusu, varoluşsal deneyimi. Yaratıcı emekle güçlü bir özdeşleşme ve yansıtma gerçekleşir; yaratıcının bütün bedensel ve zihinsel yapısı iş mahalline dönüşür. Felsefesi bedensel imgelerle pek içli dışlı olmayan Ludwig Wittgenstein, hem felsefi hem de mimari çalışmanın kendilik imgesiyle etkileşimini tanır: 'Felsefe çalışması –birçok bakımdan mimarlık alanında çalışma gibi- gerçekte daha ziyade kendi üzerinde çalışmadır. Kişinin kendi yorumu üzerine. Şeyleri nasıl gördüğü üzerine...' (...)



Bilinçsiz çevrel algılama, retinal

gestalt

'ı mekansal ve bedensel deneyimlere dönüştürür. Çevrel görme bizi mekanla bütünleştirirken, odaklanmış görme bizi kenarın dışına iter, salt bir izleyici kılar.



Zamanımızın duyusal aşırı-yük altında ezilen savunmacı ve odaklanmamış bakışı, belki gözün kontrol ve iktidara yönelik içsel arzusundan özgürleşmiş yeni görme ve düşünme alanları açabilir. Odak kaybı gözü tarihsel ataerkil tahakkümden kurtarabilir.”




#Juhani Pallasmaa
#continuum
#Özlem Hemiş
#The Eyes of the Skin: Architecture and the Senses
8 yıl önce
Beden-göz
Ateşe kesilmiş dizelerin yürek yakan bahçesinde!
Efendimiz’in (sav) Zekâtı-2
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti