|
Butik yayınevleri

Bir zamanlar bakkaliyeler vardı; mahallelerin haber, posta, emanet sandığı, yardım merkezleri... gibi çalışan bakkaliyeler. Her çocuğun, dilbilgisi kurallarını öğrendiği zamana kadar bir "bakkalcı amcası" olurdu oralarada; ömürleri işte o dilbilgisi kuralının öğrenildiği zaman kadar kısa sürdü, bir bir kapandılar ve bakkalcı amcalar birer masal kuşu olup uçtular mahallelerden. Sonra terzihaneler, ayakkabı tamircileri... E. F. Schumacher''in "Küçük Güzeldir" diye nitelediği ne varsa önemli bir bölümü kendilerine mahsus güzellikleri de yanlarına alıp kayboldular. Artık hipermarket, megamarket devridir; "Paran kadar konuş" zamanıdır; varsa paran git, bul, beğen, al, çık... Ne senden orada bir iz kalsın, ne de oralar sende -paracıklarını yutmaktan başka- bir iz bıraksın; neticede sen sadece ve sadece bir "müşteri"sin.

Aslında "bakkaliye nostaljisi" yapmak değil niyetim, yakın zamanda ayak seslerini dinlemeye başlayabileceğimiz diğer bir "tükeniş" için şimdiden bana da düştüğünü sandığım kimi şeyleri söyleyerek, nostaljik yazı için alıştırma yapmaktır.

Bu tükeniş, kapitalist tanımlamayla "butik" yayınevlerinin tükenişidir.

Butik yayınevlerini bilirsiniz; bir ya da iki kişinin sahipliğinde, üç-beş kişinin gayretiyle ayakta duran, kıt sermayeli ama zengin projeleri olan yerlerdir. Yazarlar oralara kendi evlerine gider gibi rahatça giderler; insanın, yazarın, sanatın ve edebiyatın kıymeti hâlâ had safhadadır oralarda; yazar yazarlığının, yayıncı yayıncılığının bilincindedir; esasları ezelden belirlenmiş güzel bir ahlak üzre sürer tatlı sohbetler, susamlı simitler ve tavşan kanı çaylar eşliğinde...

İşte bu yayınevlerinin kimileri kapılarına kilit vurmaya hazırlanırken, kimileri de "tükenerek çoğalma", ağaçlar gibi ayakta ölme kararıyla muhtemel sonlarını biraz olsun geciktirmeye çalışıyorlar.

Elbette, tıpkı bakkaliyeler için söylenildiği gibi, butik yayınevleri için de "olanlar olmalıydı, değişme kaçınılmazdı, modernleşme zorunluydu" falan filan diyerek konuyu geçiştirmek mümkündür. Hatta biraz daha ciddileşerek, "Efendim, onlar da varlıklarını iyi değerlendirip kurumlaşsalardı da bu akibete uğramasalardı" yollu bilgiçliklerle, "ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" türküsünü çağırmak da...

Mümkündür çünkü, her iki yaklaşım da "insan"ı sadece bir "tüketici"; nesneleri, düşünceleri, dinleri, ilimleri, bilimleri, sanatları, edebiyatları... "satılabilir şey"den ibaret sayan kapitalist mantığın ürünüdür.

Çoğu butik yayınevlerinin sahipleri, yöneticileri kurumlaşmanın nasıl olacağını, bu mantığın mensuplarından daha iyi bilirler ama kurumlaşmazlar. Çünkü kurumlaşmak -doğrudur, kazanç anlamında onları iyi bir yere taşıyabilir ama- her şeyden önce yazarları onların karşısında ceket ilikleyen acuzelere dönüştürür. Onlar, birçok ahlakî ve kültürel problemi de beraberinde getirecek bu duruma rıza göstermezler.

Örnek mi? İşte, yılların yayıncısı Ezel Erverdi, işte bilmem kaçıncı bin kitabı yayınlayan İlhan Akıncı... Onlar bilmezler de kim bilir kurumlaşmanın ne olup olmadığını? Elbette isimler çoğaltılabilir. Ben Atilla Birkiye''yi (Özgür), Hüseyin Su''yu (Hece), Nency Öztürk''ü (Çitlembik), Ali Kemal Temizer''i (Beyan) ekleyeyim, siz Mehmet Kahraman''ı (İz), Muhammet Çiftçi''yi (Kaknüs), İsmail Demirci''yi (Selis), Mekki Yassıkaya''yı (Erguvan)... ekleyin. Ve bunların hepsi de iyi bilirler kapitalizmin kendilerine nasıl bir dünya dayattığını; dayatılan o dünyanın insanlık, yazarlık ve yayıncılık onuruyla hiç mi hiç bağdaşmadığını...

O halde yazarın onurunun, butik yayıncının onuruna bağlı olduğunu bilen akıl ve sorumluluk sahibi yazarlara ciddi bir görev düşüyor artık.

Yazarların, kurumsal yayınevlerinden "beğeni" dilenmemesi, murahhas üyelerin, icra kurulu başkanlarının, yayın danışmanlarının, editörlerinin karşısında ceket ilikleyerek oturmaması gerekiyor ki, asıl kendi yerlerinin idraki içinde olsunlar ve onların iğvasından uzak durabilsinler.

Kurumlaşmış yayınevleri yazarların özgürlüklerini kısıtlarlar; onların "çok satma"ya dayalı işleyişleri içinde yazarlar ne edebiyata, ne de yazdıkları türlere sahip çıkamazlar; çok satmak neyi gerektiriyorsa ona göre davranmak zorunda kalırlar. Bu da yetmez, o kurumlar, daha çok satabilmek için yazarların şahsiyetinden de birşeyleri satmaları gerektiğini dayatırlar onlara, diğer bir söyleyişle sadece kitapları değil yazarları da bir pazar nesnesine dönüştürürler.

Hasılı insanî, ahlakî, edebî yayıncılığın varlığını sürdürebilmesi için yazarların da en az "butik yayıncılar" kadar gayret göstermeleri ve vaki tehlikenin her zaman farkında olmaları gerekiyor.

Bilmem anlatabildim mi?

15 yıl önce
Butik yayınevleri
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset