|
Dön ki ilerleyesin

Yozgat İmam Hatip Okulu'ndaki son iki senemde imge, simge, ikon (suret, resim, temsil), idol (put) konuları üzerine içimde sorular biriktirmeye başlamıştım.



O yaşlardaki her çocuk -hele İmam Hatip öğrencisi ise- aklındaki soruları sormaya korkar, çünkü o soruların büyük bir bölümü şüpheden beslenir ve hatta çoğu da mevcut inançlarıyla çatışır.



Dolayısıyla ben de kimseye bir şey soramadım. Ancak sevgili öğretmenim Hayati Hökelekli'nin belirlediği okuma seyri içinde, tam cevaplayamadıysam da bastırabildim, en azından öteleyebildim o sorularımı ve okulu bitirdikten on yıl kadar sonrasına kadar da bu yetti.



Kendi kuşağımdan okumaya, düşünmeye çalışan her arkadaşım gibi, Batılı eserlerin selinin içindeydim. Ama değil mi ki Müslümandım ve maruz kaldığım düşünceye (onun dışına da çıkmaksızın) yöneltebildiğim itirazlarla ancak dini istikametimi sağlam tutmaya çalışabiliyordum.



Bu manada müttaki bir müminin düşünce ve sanat çabasını izlememin inancım açısından güvenli bir yöntem olacağını düşünebilmiş olmalıyım ki, Rabbim karşıma

Hasan Aycın

'ı çıkardı.



Onun çizgilerini ve onların temsil ettiği düşünceleri anlama tahtında bir çaba gösterdim ki ilk kitabım böyle oluştu.



O sorular, ah o çocukluğumun varlıklarını daima koruyan soruları… Görünürde edebiyat eleştirisiyle uğraşıyordum ama aklım hep temsil ve görme sorunundaydı. Çalışmaya devam etmeliydim. Yakın zamanda Şule Yayınları'nca yeniden basılacak olan

Sevgilinin Evi / Ev-Kabe Simgeciliği Üzerine Bir Çözümleme

de buradan doğdu ve

Abdüssamet Özlük

sayesinde 1997'de kitaplaştı.



Şimdi onun yayın tarihinden on dokuz yıl sonra, Harem-i şerif'te, tavaf alanına inen merdivenlerin birinde oturmuş Kabe'yi seyrediyorum. Kaç defa seyrettiğimin hiçbir önemi yok çünkü Beytullah ile karşılaşmalarım benim için hep yeni olmuştur.



Artık, İmam Hatip günlerimdeki gibi sorular da sormuyorum.



Çünkü, imanın gereklilliğinden yana şüphe duymuyorum ve Tanrı'ya inanamamanın imkansızlığı içinde oluşan şüphelerin, esasa isabet etmediğini, dolayısıyla küfrün süreklilik taşımadığını biliyorum.



İmam-küfür noktasındaki içsel çatışmaya gelince:



N'ola İmam Hatip günlerimde imanın cüzlere ayrılmadığını, onun som bir bağlanıştan ve teslim oluştan ibaret olduğunu düşünebilseymişim.



N'ola, imanın başka düşüncelere karşı mücadele etmenin bir şartı olmadığını, maruz kaldığımız Batı düşüncesi (modern materyalist bilim) içinden ve ona itirazen mevcut şüphelere cevaplar üreterek imanı anlamanın gereksiz bir uğraş olduğunu öğrenebilseymişim.



N'ola, konu imansa teslimiyetin bir şart, bu bağlamda düşünmemeyi düşünmenin de bir haslet olduğunu anlayabilseymişim.



N'ola, bildiğimin sadece bilmeyişinden ibaret olduğunu, Tanrı'yı idraki idrak edememenin asıl idrak olduğunu tefekkür edebilseymişim.



Demek ki, bilmenin de bir vakti varmış. Bunlar için, başta İbn Arabi (ra) olmak üzere İslam alimlerinin, ariflerinin bilgi bahçelerinin kendisini değilse de adreslerini öğrenmem gerekiyormuş. Diğer bir ifadeyle İslam inancını, düşüncesini kendi kaynaklarından, kendi bütünlüğü içinde kavramanın; onu benzerleriyle benzeştirmekten kaçınarak anlamanın, onu salt kendi farkıyla fark etmenin önemini bilmem gerekiyormuş.



Evet işte Kabe! Allah'ın evi (Hacc, 22:26), Beytullah!



Hz. Adem'den (as) bugüne milyarlarca insan (el-an olduğu gibi) onun çevresinde döndüler pervaneler gibi.



İbadet vaktinin kendi adlarına tahakkuk edişiyle birlikte kalplerini Hacer'ü-esved'le irtibatlandırıp, saat yönünün tersine yürüyerek, yürüdüler, o karataşın ahit vaktindeki yaratılış anına doğru.



İbadet edenin kendi zamanıyla, Allah'la ahdinin zamanı yedi şavtın vakti içinde hem geriye doğru kat edilerek içselleştirilmiş hem de ileriye doğru harekete geçirilmiş olunuyordu böylece.



Neden yedi diye sorma! Maksat belki de sormayışında tahakkuk edeceği için sorma asıl. İnsansın, en önemli özelliği merak etmek olan nefs taşıyorsun diye ille de soracaksan, hemen

yedi kat göklere

bak; neyi görüyorsan o bildiğin, deneyimlediğin; neyi göremiyorsan o kendi haddini keşfettiğin şey olacaktır.



O halde yürümekle neyi yürüdüğünü tefekkür etmen ve onu kulluğunun bir delili olarak değerlendirmen yeterli olacaktır.



Hz. Adem

'den (as),

Peygamber Efendimiz'e

(sav) kadar tüm peygamberler, Allah'ın varlığını ve birliğini bildirme ve yayma hareketi içinde oldular.



Firavunlar, Câlûtlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller

ise buna engel olmaya çalıştılar.



Son peygamberin tebliği seninle sürüyor ve sen de halen kendi zamanının din düşmanlarıyla, yeni zamanın

Belamlarıyla, Karunlarıyla, Gülenleriyle

yüzyüzesin.



O halde durmayacaksın. Tavafla neden yürütüldüğünü öğrenen ayakların, geriye dönmekle ileriye hep ileriye gitmeyi hak etmiş olacaktır.



İman-küfür çatışması senin paşa gönlünün meselesi değildir; o hakikatin hakikatidir.



Sen Allah ile ahitleştin, O'nun şeriatına tabi oldun bir kere; caymak, yılmak, bezmek, yorulmak, müşteki olmak yok…



Ahdine dön ki ilerleyesin; Allah için yürü ki, dos-doğru yürütülesin…


#Yozgat İmam Hatip Okulu
#Firavunlar
#Câlûtlar
#Nemrutlar
٪d سنوات قبل
Dön ki ilerleyesin
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler