|
Gerçekliğimizin imgesi nedir?

Gerçeklik, "gerçek olma hali, gerçek olan şey" demek; Osmanlıcası "şe''niyyet", İngilizcesi "reality"; eski Türkiye Türkçesi''nde "doğruluk, dürüstlük" anlamlarını taşıdığı belirtilmiş Misalli Sözlük''te.

"Kertü" (gerçek) kelimesine "yalnızca hakikatin olduğu yer" anlamının verildiği Divanü Lugati''t-Türk''teki örnek ise gerçeklik adına ilginç çağrışımlara gebe: "Ölmüş bir adam için ''ol kertü yerde ol'': ''O yalnızca hakikatin olduğu, yalana izin verilmeyen yerde'' denir".

Tietze''nin "gerçek" (doğru, hakiki) tanımına göre de "gerçeklik"i doğruluk, hakikilik olarak okumamız gerekiyor.

Gerçekliği Batılı içeriğiyle, sanatsal bir faaliyetin gerçekçiliğe (Realizm''e) nispetini belirleyen bir terim olarak kullanıyoruz; sözlüklerde belirtilen "doğruluk"u kastetmiyoruz onunla, fiction''la / uydurma olanla ilişkisini kastediyoruz.

Dolayısıyla bu "bizim gerçekliğimiz" değil. Bu açıdan çok açık şekilde Batılı "Realizm"in etkisi altında bulunuyor ve orada Platon''la başlayan, bugüne kadar kesintisiz olarak süren iç-tartışmalara dahil olmaksızın duyduklarımızı tekrarlayıp, onları el yordamıyla uygulamaya çalışarak güya sanatımızı modernleştiriyoruz. Ama son tahlilde yaptığımız şey bir papağan sevimliliğini oynamaktan ibaret... Ne Batı sanatını temsil edebiliyoruz ne de kendi sanatımızı; deyim yerindeyse iki arada bir derede bulunuyoruz.

Bu ikircikli halden ve onun neden olduğu gerilimden kurtularak kendi gerçekliğimizi düşünmemiz gerekiyor. Geçen yazımda "şuurunuz neyse şiiriniz odur" demiştim. Şimdi gerçekliğin imgesi bağlamında bu konuyu sanatın öz ve biçimini de doğrudan belirleyen "kültürel şuur" boyutuyla ele almanın zorunlu olduğunu düşünüyorum.

İçinde yer aldığımız coğrafyada doğruluk, hakikilik denildiğinde görünürlüğe çıkan nedir? Görmek nedir, görüşümüz ve görme tarzımız nasıldır? Neyi, nasıl, neden, niçin ve ne zaman görürüz ki, bunlara verilen cevapların toplamından kendi gerçekliğimizin imgesi oluşur? Bu üç soru Wölfflin''in "...görüş tarihi (ve tasarım tarihi) bizi sanatın ötesine götürür, buna göre, ''göz''ün milli farklarının, basit bir zevk işinden daha ağır basması doğaldır: bir milletin tüm dünya görüşünü sınırlayan ve şartlandıran odur. Onun için, görme şekillerinin bilgisi, öteki yöntemler arasında bulunsa da bulunmasa da olur denecek çeşitten değil, görmenin kendisi kadar zorunlu bir bilgidir" tespitini kaçınılmaz kılan "düşünsel zemin"e oturan sorulardır ve cevaplarının da yine aynı sağlamlıktaki bir zeminden verilmesi gerekir.

Wölfflin "görme toplumu"na mahsus ve ucu orada putçuluğa çıkan bir zorunluluktan söz ediyor. Oysa, biz "işitme toplumu"yuz, görmeye de değer veririz ama onu putlaştırmayız.

İncil görmeyi, dokunmayı öne çıkarır, Kur''an ise bakışı ve sesi kısmayı öğütler.

Hıristiyan "tüm gözleriyle görme"yi önerir, Müslüman ise "iki kere bakma"yı sakıncalı bulduğu gibi gözleri dıştan değil içten (kalpten) açmayı ve bakışı yere çevirmeyi telkin eder. Çünkü ikinci bakış imgeyi mutlaka çarpıtır. Bu yüzden minyatür sanatındaki "çocuk bakışı", ilk ve tekrarlanmayan bakışı temsilen tüm devirlerde geçerliliğini sürdürmüştür.

İlk bakışta nesne göze takılır, ikinci bakışta ise göz nesneye takılır.

İlk bakış hayreti, ikinci bakışsa merakı uyandırır.

İlk bakış kendiliğindendir, ikinci bakış maksatlıdır. Maksat yani görme niyeti ise bakışı koşullandırır. Çünkü ilk bakış kayıtsız, ikinci bakış kayıtlıdır.

Bunlardan hareketle düşündüğümüzde Batılı gerçekliğin imgesiyle, bize mahsus gerçekliğin imgesinin farklı olduklarını görürüz.

Burada Çin''den alınan ve Şamanlarca dini törenlerde kullanılan maskelerin, Müslüman olduktan sonra "suret yasağı"yla buluşunca yerini önce hat esaslı hurufi maskelere ve giderek Hüsnühat''a terk edişine ilişkin bilgiyi hatırlatmalıyım. Bu bilgiye göre "O yalnızca hakikatin olduğu, yalana izin verilmeyen yerde" olan gerçek imgesinden Müslüman olduktan sonra da gerçekliğe ve gerçekçiliğe geçmediğimizi, Şamanist iken benimsediğimiz "temsili tutum"u, Müslüman olduktan sonra da sürdürdüğümüzü, hatta buradaki uyumun din değiştirirken bir kolaylık (yatay geçiş) bile sağlamış olabileceğini söyleyebilirim.

O halde yukarıdaki soruyu tekrar sormalıyım: Düşünmeyi, inanmayı, dünya görüşünü, şeylere bakışı, eylenen, söylenen ve yazılan şekliyle sanatı da içkin olan bize mahsus gerçekliğin imgesi nedir?

Bu sorunun sahih cevabını nasıl bulacağız? Görselliğin mevcut hakimiyetini buna göre nasıl değerlendireceğiz? Onun gerçeklik imgesine mi katılacağız yoksa onu kendi gerçekliğimizin imgesine mi katacağız?

Eyfel''de beyaz bayrak sallayanlar değil, ancak köklerine bağlı olanlar cevaplayabilirler bu soruları.

12 yıl önce
Gerçekliğimizin imgesi nedir?
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı