|
Şiir soytarısı

Şairlerin şiirlerini kendi seslerinden dinlemek ne güzeldir. Onların dilinden dökülen kelimeler öznel bir ritmle seçkinleşirken; ses, kelime ve ritm üçlüsünün kanatlarında yükselen şiir, her okunuşta yeni yazılıyormuş gibi metafizik bir boyut, sanatsal bir zenginlik ve müzikal bir değer kazanır.

Ses terbiyesinden geçmiş birinden de şiirler dinlemek güzeldir. Herbert Read''in söyleyişiyle, kaostan kaçış, sayılarla ifade edilen hareketler bütünü olan sanatın, kütleyi ölçüyle sınırlandırışı, hayatın ahengini arayan madde kararsızlığını ele verişi bu sayede daha iyi idrak edilir.

Bunlar güzeldir. Bu bağlamda güzel olmayan, şiir okumanın televizyonlarda icra edilen bir meslek haline getirilmesi, ses terbiyesinden geçmemiş bir sürü şöhret budalasının dilinde enflasyona uğraması ve giderek gına getirici bir eyleme dönüşmesidir.

Geçen gün sazlı sözlü bir televizyon programında gördüm bunun ilginç örneklerinden birini.

Sunucu, henüz ekranda görünmeyen konuğunu şu cümlelerle tanıtıyordu: "Şimdi, insan yüreğinin derinliklerin söktüğü kelimelere can veren, kan veren bir konuğumu takdim edeceğim sizlere. O, mikrofonu eline alıp, şiiri okumaya başladığında, ben bu alemden başka alemlere geçiyor, insan sevgisinin, aşk acısının, bir sevda romanının sokaklarında yürüyorum."

Sonra kamera konuğun yüzüne odaklanıyor. Karşımızda kirli sakallı, boynunu hafifçe eğmiş, biraz hüzünlü bir yüz! Kameranın kendisinde sabitlendiğini farkedince, derinden bir "estağfirullah" çekerek, sunucuya itiraz ediyor: "Haşa efendim! O sizin tüm insan sevgisini içinde toplayan yüreğinizin güzelliğidir. Biz hasbelkader bir şeyler yapmaya çalışıyoruz."

Sunucunun sunuşuna göre ben "Karacaoğlan dirilip, stüdyoya geldi galiba" diye merakla bakarken, "estağfirullah"lar havada uçuşuyor... Karşılıklı sırt kaşımalarla, parlatmalarla, "ölümü öp, sen daha iyisinler"le bir curcunadır başlıyor.

Sunucu, nihayet o curcunayı kesmeyi akledip, "Evet, o güzel sesinizden, bir şiir dinleyelim" diyerek, konuğunun yolunu açıyor.

İşte ne oluyorsa bu anda oluyor; beni öldüren, arabesk duyarlığın zirvesine tırmandıran o eylem gerçekleşiyor: Konuk, önündeki sehpada duran kallavi bir telsiz mikrofona uzanıyor. Uzanmasıyla birlikte hüzünlü yüzü birden kaybolup, onun yerine iyilik ve kötülük güçleriyle bağlantıya geçmiş bir şaman görüntüsü beliriyor. Bir ağır, bir gizemli beliriş ki sormayın. Sanırsınız dünyanın geçmiş ve gelecek en önemli işlerinden birisini yapacak.

Konuk, dudak-mikrofon buluşmasının gizlemli etkisiyle gözlerini kapatıyor, derin bir nefes alıyor ve bekliyor. Biz de bekliyoruz, çünkü bu bekleyiş ölümle diriliş arasındaki "es" gibi sunuluyor.

Hafiften bir müzik... Müziğin sesi bir yere kadar tırmandıktan sonra gözleri hâlâ kapalı olan konuğun sesi de tüm sesleri bastıracak bir tonda yükselmeye başlıyor.

Konuğun gözü kapalı, ağzı yarı açık... Yalanmaya hazır bir külah dondurmaymış gibi dudaklarına değdi değecek bir yakınlıkta tuttuğu mikrofonu hafif hafif titretilirken, ortalığa şiir saçıyor.

Şiir mi? Bu tür programların hastası olan birinden sonradan öğrendim ki, bu meslek sahipleri çoğunluk kendi şiirlerini okuyorlarmış. Şiir kabiliyetinden emin olmayanlarsa Mevlana, Yunus Emre gibi şairlikleri tartışılamayan, üstelik telif hakkı da olmayan namlı isimlerin şiirlerini okuyarak daha güçlü bir etki yaratmaya çalışıyorlarmış.

Neyse efendim, böylesine bir müptezelliği hiç bir şaire yakıştıramadığımdan, konuğun kendi şiirini okuduğuna hükmederek seyrediyorum.

Ne kadar ilginç, hiç bir kelime gündelik dilde kullandığımız gibi çıkmıyor konuğun ağzından. Örneğin "aşk" kelimesini, "aaşk", "aşşşk", "aaşkkkk" ya da "ağğşşşkkk" gibi nice acaip ve garaip şekillerde söylerken, müzik de tam o söyleyişlerinde elektronik bir miyavlamaya dönüşüyor.

Böyle sürüp giderken, konuğun dinleyenler üstünde nasıl bir etki bıraktığını bizzat görmek üzere sol gözünü hafifçe aralayıp ortalığı kolaçan edişine tanık oluyoruz. Harbiden bir Clark Gable... Bu kolaçan edişte Klark çekmiyor ama gözlerinin akını karasını birbirine karıştırıp, içinden dışına vuran şamanın kötülüklere karşı sürdürdüğü savaşı bizzat yaşadığını seyirciye göstermiş oluyor.

Konuğun hareketlerini anlatmama hiç gerek yok. Bulun böyle bir programı, el sallayışları, gerdan kırışları, beden kıvırışları, o kıvırışlardan havaya savrulanan kolun yardımıyla kurtuluşları siz bizzat izleyin.

Programa dalıp gitmişim. Elektronik miyavlamanın en yüksek perdede seyrettiği bir anda, ben "Yahu n''oluyor, bu da neyin nesi?" diye sormaya hazırlanırken küçük torunum olan biteni tek cümleyle özetleyiverdi:

"Bu bir şiir soytarısı, büyükbaba!"

Sahiden, tam bir şiir soytarısı!
15 yıl önce
Şiir soytarısı
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…