|
Minarenin kılıfı

“Görsel ve plastik sanatlar yüzyıllar boyu Müslümanlar tarafından itikadi bir mevzu olarak (...) kuşkuyla karşılandı. Özümüzü yitirmeyelim, Batı sanatına karşı kendi geleneksel sanatlarımızı ihya edelim düşüncesi ve Batılılaşma korkusu da bizi her zaman duraksattı. Bu dallarda uğraşmak isteyenlerin etrafı, adı tam da konmayan bir yanlışlık ve savrulmuşluk suçlamasıyla çevrelenip mühürlendi sanki. Buna sinema da dahildir. Elbette her şey tartışmaya açılmalıydı ama doğru dürüst bir tartışma da olmadı açıkçası. ''Öze dönmeli, özü kaybetmemeli'' düşüncesi Müslümanların sanat alanının kendi eliyle kısıtlanmasına, ufkun daralmasına yol açtı. Kötülüklerden sakınmak için kendini bir odaya hapsetmek gibi bir sonuçla karşılaştık bir bakıma.”

Yıldız Ramazanoğlu''nun
''teki “Şehrin saklı dilinin sanatçıları” başlıklı yazısında yer alan bu paragrafı alıntılamamın nedeni, içeriğinin artık kanıksanmaya yüz tutmuş idrak ve dolayısıyla dil kirlenmesine mahsus tipik bir örnek oluşundandır. Dolayısıyla meselem Ramazanoğlu''nu eleştirmek değil; bilvesiyle “genelleşen” bir tutumu konuşmaya çalışmaktır.

“Tipik örnek” planında o paragraf şöyle de okunabilir:

“Müslümanlar, görsel ve plastik sanatlara yüzyıllar boyunca itikadi bir konu olarak baktıklarından, özü yitirme, geleneksel sanatlardan kopma ve Batılılaşma korkusunun etkisiyle kendi toplumlarını sanatsal bir duraksamaya mahkum etmekle kalmadılar, ilgili sanat dallarında çalışmak isteyenleri de baskı altına alıp, sindirdiler. Sanatçılar bu kısıtlayıcı, ufuk daraltıcı itikadi tepki karşısında canlarını korumak için kendilerini sanatlarıyla birlikte bir odaya hapsettiler.”

Aynı hususları içeren bu iki paragrafta, “eleştirel” yaklaşımın, “suçlamacı” bir tona bürünebildiğini ve dolayısıyla “akide” merkezli bir eleştirinin, bozulmuş bir akidenin -tıpkı, faşizmi kötülemek için düşünsel bir baskı kurmaya çalışanın kendi faşist tutumunun farkında olmaması gibi- “suçlayıcı” bir dile dönüşüverdiği görüyoruz.

Diğer bir söyleyişle, bir olumsuzluğu aşikar kılmak üzere geliştirilen “tepkici dil”, emanet alınmış asıl (düşmanca) tepkinin yerine geçebiliyor.

Örneğin, İslâm kültüründe, Batı''daki biçim ve içeriğiyle resmin olmayışını, bir “tenezzül etme” konusu değil, emperyal bir korku konusu olarak aldığımızda, “korku”yu “korkulmaması gereken” bir durum olarak öncelemiş olmakla kalmıyor, “tenezzül etme” konusunu da romantik bir eğilime dönüştürerek karikatürize etmiş oluyoruz.

Yine, kendisi “işitme merkezli” olduğu için Batılı anlamdaki sinema ve tiyatroya “itibar etmeyen” İslâm kültürünü, bir sinema hayranı olarak eleştirdiğimizde, “görme merkezli” bir dünya görüşüne bağlandığımızın, yeni bir kültürel seçim üstünden akidemizi değiştirdiğimizin farkında olamıyoruz.

Bu ayrımları gözetmeksizin, resim, heykel, tiyatro, bale ve sinema yapmanın “gerekliliğine” inandığımız (iman ettiğimiz) için, yeni inanışımıza ters gelen yaklaşımları da, gûyâ “yenilikçi” bir role bürünerek (dolayısıyla bu sayede mevcut kimliğimizin içinde kalarak) “suçlayıcı bir dil”le yok etmiş oluyoruz.

İdrak ve dil değişimine rağmen mevcut kimliğimize bağlı kalarak konuşuyor gibi yapmamız ise, mensubu olduğumuz sosyal sınıfla yani “İslâmî burjuvazi”yle doğrudan bağlantılı bulunuyor.

İslâmî bujuvazinin mensubu olarak konuşmak artık “din dili”yle konuşmamayı beraberinde getirdiği için, idrak ve dildeki değişme /bozulma da “farklı”, daha doğru bir söyleyişle “üst bir dil ve yaşayışa” bağlanmayla sonuçlanıyor.

Bu noktadan itibaren de sanat bir “telvin” olmaktan çıkıp, bir “yaratma”ya; yazmak, “sahih sözü belirginleştirme” çabası olmaktan çıkıp, “varlığı aralama”, “varlığına anlam katma”, dünyaya ve onun neden olduğu “acılara göğüs germe” eylemine; resim, heykel, bale… yapmak da “çağdaşlaşma zorunluluğu”na dönüşüyor…

Bunları derken, düşünmenin önemini, sanatın gerekliliğini, sanatta biricik olana ulaşma çabasını ve evrensellik kaygılarını yadsıyor değilim.

Yadsıdığım, idrak ve dildeki söz konusu bozulmanın, kendi din (akide) ve kültürümüzü bir müsteşrik gibi okuma çabasını –eleştirel dil kullanmak adına- seçkinleştirmesi; bunun, içinde yer alınan sosyal sınıfa mahsus seçkincilikle, onun da bu seçkinciliğin “dayattığı” sanat eylemiyle perdelenmesidir.

Müslümanların modern sanat çabalarını görünür kılmak ve meşrulaştırmak için bozulmuş bir idrake ve dile yaslanmamız, ondan doğan perdelerin arkasına saklanarak konuşmamız gerekmiyor.

Minareyi çaldığımızı ama ona kılıf bulamadığımızı söylemeyebilmek de bir erdemdir.

Ki, günah işlemek de dine dahildir.

14 yıl önce
Minarenin kılıfı
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü
‘Korkuluk’…