|
Mübah ile mekruh arasında sanat

Batı sanatına hayranlığın ve ona özenmenin iyiden iyiye kanıksandığı, “fiction / kurgu / uydurma” kelimelerinin sanatın zorunlu şartı sayıldığı, hatta daha iyi “yalan söyleme düşünce ve tekniklerinin” kimi Müslümanlar tarafından da “nazariyat”la şirinleştirilerek sunulması karşısında, benim şimdi sanatı mübah ile mekruh arasında değerlendirmem elbette biraz garip kaçacaktır.

Öyle ya, muasır medeniyet seviyesine çıkmışızdır, sanatta Batı''yla rekabet eder hale gelmişisizdir ve hatta Nobel''i kazanmışızdır. Şu saatten sonra geriye dönmenin, idrakleri yeniden anlamaya kalkışıp sanat eğlencesinden memnun insanımızı huzursuz etmenin alemi var mıdır?

Bu itirazlar kendi içinde haklı olabilir, benim baktığım düzeyden değil. Çünkü daha önce de bu köşede Batı''lı idrak ile İslami idrak arasındaki farkları iyi görebilmek için eklektik, sentezci, benzeştirmeci, ikame edici yaklaşımların terk edilerek, her iki idrakin de kendi içinde (bağlamında, özünde ve biçiminde) ele alınması gerektiğini söylemiş olmanın rahatlığıyla, sanatı da aynı tarz ve düzeyde konuşmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Yukarıdaki gibi düşünenlerle hiçbir işim yoktur. Ben “zorunlu bir modern” olarak, inancımın, ait olduğum asıl dünyanın doğrularını merak ediyor ve yazarak anlamaya çalışıyorum.

O halde “modern sanat”a ilişkin genel bir belirleme yapıp sonra bizdeki sanat konusuna geçeyim:

Modern sanatın anarşist yorumcularından Julius Meier-Grafe, “Tapınak bir kilise halini alınca, sanat başlangıçtaki saflığını kaybetti ve hiyerarşinin uşağı oldu” der ve şu belirlemeyi yapar: “Bilim ruhun mistik özlemlerini tatmin edemediğinden, sanat alanı olabildiğince genişletildi ama artık geleneksel biçimlerle de sınırlı kalamazdı”. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Bilimin her şeyi mekanikleştirdiği bir ortamda insani özü korumak için yüceltilmek zorunda kalınan sanat, giderek “kendinde şey” olmaktan çıkıp, kendi kendisinin putuna, tezahürleri üzerinden değil kendi kendisinin üzerinden meşruiyet kazanan bir toplumsal olguya dönüştü.

Meşrutiyet''ten itibaren bizdeki sanat anlayışı da giderek buna göre şekillendi ki, şimdilerde sanatı “hayata karşı bir duruş biçimi, özgür ve özgün bir yaratı” olarak tanımlayan –bilinçli ya da bilinçsiz- anlayışların temelini de bu yaklaşım oluşturdu.

Dolayısıyla bizde “sanat”ın, bugünkü (Batı''dan mülhem) “yüceltilmiş” şekliyle yaygın kullanımı da 20. yüzyılın başlarında gerçekleşmiştir. Bundan önce zanaat ile sanat eş-anlamlı olarak kullanılmıştır. Nitekim Lügat-ı Nâcî''de, Müntehabât-ı Lügât-ı Osmâniyye''de “zanaat” kelimesi yoktur, Kamus-ı Türkî''de ise “zanaat, sanâ''ât (sınâ''at)” şeklinde yer almıştır.

“İslam sanatı” denildiğinde (bir hiyerarşiden bağımsız olarak) önce mimari akla gelir. Mimari ise inşadır, süslemedir ve genel olarak da “cami”dir. Kur''an''da da Seba Melikesi''nin Hz. Süleyman tarafından “parlak, billur camdan bir köşk”e getirildiğinin bildirilmesi bu bakımdan dikkat çekicidir (Neml Suresi, 44).

Müslüman idrakinde “güzel olanın yapılması” mizaca, terbiyeye ve öğrenmeye bitişik olduğundan yapılan işin zanaat ya da sanat olarak müstakil bir tarzda adlandırılması değil, yapılan şeyin kendisi ve ne / neresi için yapıldığı önemli sayılmıştır. Ancak bu önemin hükmü de cami''de mihraba kadar sürer. Mihrap hiçbir işaret ve süs içermeyen sade bir boşluktur ki, o boşlukta tekbire duran Müslüman ellerinin tersiyle tüm dünyayı arkasına atar ve sonsuz boşluğun sahibine yönelir. Bu durumda zanaat / sanat güzelliğinden haz almaktan ve mihrapta o hazzın terk edilmesinden yani “var ve yok” ile “dengelenen” bir “aciplik”ten başka bir şey sayılmaz.

Güzel olanın yapılması Kur''an''ın emridir. “Kuşkusuz ben müslümanlardanım” diyenden daha “güzel sözlü”nün olmadığı (Fussilet Suresi, 33) bir anlayışta “güzel söz” ile “güzel iş” aynı mahiyettedir. Sözünde / işinde “haddi aşanlar” ise (Şuara Suresi, 224) kurguya, uydurmaya, yalana başvuranlardır. Çünkü zenaatla / sanatla sebep olunacak “acaip”lik, yukarıda zikrettiğim Seba Melikesi''yle ilgili ayette geçen “sanmak”la sınırlıdır. Diğer bir söyleyişle zanaatta / sanatta olumlu görülen, uydurma yoluyla bir gerçekliğin üretilmesi değil, “gerçekliğin bir tür yanılsaması”nın meydana getirilmesidir.

Bu manada zanaat / sanat, varlığı yokluğuna bitişik olan ancak insani eğilim, istek sayesinde süregelen bir olgudan ibarettir ve haz vermekten, acaip sayılmaktan öte özel bir “yüceltmeyi” gerektirmez.

İnsani gereklilikle “kendinden şey” olarak yapılması ise Müslüman zanaatkarın / sanatçının mübah - mekruh arasındaki salınımıyla ilgilidir. Bunu da bir sonraki yazıda ele alalım inşallah.

٪d سنوات قبل
Mübah ile mekruh arasında sanat
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset