Okumak, her türlü bilme çabasını kapsayan bir kelimedir ve sadece akli varlığa (insana) mahsustur.
Aklını, kalbini, halini okumak… şeklindeki fertten ferde yönelen bir fiili içerdiği gibi, âlem(ler)i, hayatı, tabiatı, toplumu, hadisatı okumak… şeklindeki genel fiilleri de içerir.
Bunlardan dolayı, onun ilk nesnesi olarak aklımıza geliveren
da genişler; okunabilme niteliği taşıyan her şey özel bir kitap olarak çıkar karşımıza. Arapça'daki
kelimesi de kastettiğimiz tüm okumaları ve dolayısıyla tüm kitapların (âlemi vd.) okunmasını ifade etmesi bakımından, örneğin İngilizce'deki
(kitap okumak) kelimesine göre daha değerli ve öncelikli hale gelir.
Bu değer ve önceliğin nedeni ise, onun aynı zamanda her şeriata göre farklılaşan bir
bitişik olmasındandır.
Örneğin İslam Peygamberi'ne (ve ona inananlara) oku / ikra emrinin “Yaratan Rabbinin adıyla, oku” şeklinde tamamlanması, İslam şeriatında okuma terbiyesinin
(ilk açılış) olduğunu gösterir.
Burada önemli olan, okuma terbiyesine tabi olmaktır. Bu tabi oluştaki yol, yöntem ve formlar ise müminlerin mizaçlarına, istidatlarına, istihkaklarına ve ihtiyaçlarına göre çeşitlenir; bu çeşitliliğe göre gerçekleşen her bir okuma(lar), birbirlerine eklenerek,
okuma arketipinde tevhit olunur.
Bu manada, medresede okumadıkları halde, şeyhlerinin ve kendi devirlerindeki ulemanın sohbetlerini dinlemek suretiyle, genel okumayı zevketmiş bulunan
(v. 1033) ile
'ın (v. 1490) okurluğu, hem aklî hem de zevkî ilmin her ikisinden de nasibi bol olan
'nin okurluğuna (v.1111), medrese ehli
'nın (v. 1037) hikemiyat merkezli okurluğu,
'nin (v. 1240) keşfî okurluğuna eklenerek, İslamî okuma terbiyesinin deliline dönüşür.
Okumanın kendi zamanımızdaki durumundan, düzeyinden söz etmek istediğimizde ise olumsuz örneklerin ve şikayetçi bir dilin tutsağı olmamız neredeyse kaçınılmazdır.
Öte yandan, o tutsak dil, İslam Peygamberi'nin muhatap olduğu
Rabbanî terbiyeden uzaklaşmayı tasvir etmeye iter ki, bu da her şeyden önce günahın suretlendirilmesinden kaçınma edebiyle çelişir.
Bu bakımdan söz konusu sorunu,
olarak tanımlamayı tercih edip, onu kendi şahitliklerimden bir örnek vererek, şimdilik bir parantezin içine çekmekle yetiniyorum:
başlığı altında muhtelif yerlerde konuşmalar yaptım.
Sanatın değerinin, farkının ve gerekliliğinin kolayca anlaşılmasını sağlamak için de Üstad
'un kimi şiirlerine yaslandım.
Konuşmayı bitirdikten sonra, dinleyicilerin de tepkisizliğine bağlı olarak onlara Sezai Karakoç'un şiirlerini okuyup okumadıklarını sordum. Sonuç son derece vahimdi, çünkü yüz kişiden ancak biri veya ikisi okuduğunu söyleyebildi.
Hal böyle olunca, benim açımdan okuma sorunuyla birlikte sözünü ettiğim konuşmalar da sorgulanır hale geldi.
Belediyelerin, sivil toplum kuruluşlarının faaliyetleri olmak bakımından çok bereketli(!) ancak dinleyici açısından kısır döngüye tabi, dolayısıyla bereketsiz bir işleyişin nesnelerinden biri olduğumu düşünmek beni çok rahatsız etti.
Ortaya çıkan tablo özetle şu: Belli konularda zihin yorduğu sabit olan birini dinleyenlerin çok büyük bir çoğunluğu, hiçbir şey okumaksızın (zahmete girmeksizin) bilme tatminine ulaşıp, okumaktan öte düşünmekten de muaf ve ayrıca okumanın ve bilgilenmenin sadece matbu kitap merkezli olduğu yanılsamasıyla kendilerini
bulunuyorlar.
Elbette bir şeylere zihin yoranların, bunları başkalarına konuşarak (da) aktarmaları bir zorunluluktur. Ancak bilgi ihtiyaca tabidir ve muhtaçlık da bilgiyi veren ile alanın birbirlerine karşı açıklığını gerektirir. Diğer bir ifadeyle, söyleyenle dinleyenin karşılıklı ihtiyaçlarının denkleşmesi gerekir.
Söz konusu işleyişte ise konuşmacı, okumaktan muaf olana bilgi değil sadece malumat vermiş olur ki,
Yapılan şunca konferansa, sohbete, seminere, panele, atölyeye, sergiye… ragmen, hâlâ
şikayet edenlerin soruna bir de genel okuma terbiyesinin yitirilmesinden ve okumadan (düşünmeden) muaf olma halinin giderek yaygınlaşmasından bakmaları iyi olur sanıyorum.