Üstelik, “İstanbul'da uygulanan şiddetli kentsel dönüşümü sanat ve siyaset ilişkisi üzerinden ele” alma iddiasındaki İKSV, “radikal karar” olarak nitelediği bu değişikliği, Türkiye düşmanlığına kilitlenmiş som bir fanatizm olarak şu tespitlerde kayda geçirmekten bile çekinmemişti: “Serginin açılmasına üç ay kala Gezi direnişi başladı ve Türkiye'de toplumsal özgürlükler alanının giderek daraldığını hissedenler haklarını ve taleplerini savunacaklarını gösterdiler: Bienal de, sanatın yaşamın, yaşamında sanatın içine karışmasını ve kentsel kamusal mekanlarda gerçekleşen dönüşümün şiddetine bizzat tanıklık ederek erginin bu meseleleri ele alış biçimi ve uygulama stratejisiyle ilgili radikal kararlar aldı.”
Geçtiğimiz Perşembe günü,
'la birlikte gezdiğimiz
'nden sonra, kısa bir süre görüşme imkanı bulduğumuz küratör
'nın Eraslan'ın Trienal'e ilişkin sorularıyla açılan ikili sohbetlerini dinlerken, ben içten içer o bienaldeki (daha genel bir söyleyişle, sanatsal hegemonyadaki) ikiyüzlülüğü, samimiyetsizliği ve mandacılık özleminin ulaştığı boyutları sorguluyordum.
Çünkü, Gezi eşkıya kalkışmasının olduğu günlerde yine Taksim Maksem Cumhuriyet Sanat Galerisi'nde 2.'si gerçekleşen Trienaldeki eserler, eşkıyalar tarafından tahrip edilmiş ama ne Bienal'in sahibi İKSV'nin, ne de o Bienal'in temasını “radkial bir tutumla” değiştirdiklerini söyleyen azgın fanatiklerin çıtı çıkmamıştı.
Bunları, Bienal ile Trenali kapıştırma, yarıştırma kastıyla söylemiyorum. Buna gerek de yok. Çünkü, büyük maddi desteklerle kotarılan geçen yılki 14. Bienal'in dağın fare doğurması gerçeğine bağlı olarak maruz kaldığı sükut göstermiştir ki, bu topraklarda yerli olmayan, sanatı vatan ve millete ihanetin nesnesi kılıp bunu üstün siyaset stratejisiymiş, radikal tutummuş gibi süslü kelimelerle kapatmaya çalışanların akıbetleri geçmişte hayırlı olmamıştı, şimdi ve gelecekte de hayırlı olmayacak inşallah.
temasıyla yapılan 3. Trienal ise, sanat, güncellik ve siyaset gibi çatışmalı üç olgudan, birinin hakkını diğerine feda etmeden, samimiyeti içkin bir uyumla nasıl esere ve sergiye dönüştürülebileceğini gösterdi.
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
,
ve
'in düşünmesi ve esere aktarılması en az üç yıllık bir süreye baliğ olan çabalarıyla, güncelliği ve siyaseti içkin ama bunların fevkinde mevzilenen bir sanatın, neleri nasıl bir hakikat bütünlüğüyle ortaya koyabileceğinin belgesine haline geldi Trienal.
Sanatçıların müşterek çabalarında ve kıymetli eserlerinde bir derecelendirmeye neden olabileceği endişesiyle, eserler üzerinde ayrı ayrı durmayacağım.
Ancak yine de
'ın “Büyük Ortadoğu Projesi Vol. 3” adlı entalasyonunu özellikle zikretmeliyim.
Askılardaki gelinlik tüllerini ilk bakışta
şeklinde okuduğum bu enstalasyonun, güçlü etkisi sadeliğinden kaynaklanıyordu.
Naif bir imge, gelinliği ve sömürgenler tarafından öldürülmeyi ima eden bir form içinde dünyayı nasıl da doldurabiliyormuş meğer.
Beyazlık tek başına masumiyetin, tertemiz mayanın, minik bir serçeye dönüşüp uçuveren ruhun, varlığa çıkmasına izin verilmemiş bir umudun, gerçekleşmemiş hayallerin kısaca gasp edilmiş hayat haklarının imgelerine dönüşerek nasıl da çoğalabiliyormuş meğer.
Sergi kataloğunun olmayışı, İstanbul Trienali'nin önemli bir eksiğiydi bana göre. Gerçi küratör
, onun sonradan çıkarılmasında yarar gördüklerini söyledi ama bence bu teamüllere de uygun değil. Çünkü bu tür nitelikli, üç yıl gibi uzun aralıklı sergilerin seyircileri, onunla olan bağlarını ancak katalog üzerinden devam ettirerek, bir sonrakiyle bağlarını da onun üzerinden kurarlar. Sergiyi gezen onca seyirciye ise sonradan katalog ulaştırılması mümkün değildir.
2.'sinin eşkıyalar tarafından tahrip edildiğini düşünürsek daha iki yaşında İstanbul Trenali. Yokluklar, imkansızlıklar içinde onu aynı zamanda geleceğe uzanan sağlam bir köprü olarak gerçekleştirenlere, emeği geçenlere teşekkür ediyorum.