|
Tasavvuf kavgasının neresindeyiz

Tasavvuf bahsinde laf(z)ı uzattığımızda kelime enflasyonuna uğruyoruz; salt manayı esas aldığımızda ise, üzerinde uzlaşılmış yeni bir terminolojiye (ıstılaha) henüz yaslayamadığımızdan söz ağır (aynı nedenle bazen de aksak) düşüyor.



Yine de Yalçın Koç’un kelimelerine yaslanarak ikincisini tercih etmek suretiyle, bu bahiste kendi yerimizi belirlemeye çalışalım.

Koç, “Phänomenologie’nin mütefekkir’ler’i’ne” ithaf ettiği Zihin ve Nazariyat –Zihn’in Kaynağı ve Esasları Üzerine Bir İnceleme adlı kitabında (Cedit Neşriyat, Ankara 2017), zihinle ilgili şu net bilgiyi veriyor:

«Zihn’in (mens)” esası, “hafıza’ marifetiyle ‘hatır’la’n’a’n mahfuz nüteşekkil dil”leri ve tahayyül (phantasia)” esasındaki “aç’ı’k müteşekkil dil”i, “muhayyile’nin”, “nisbet’li bir’li’k (unitas rato’nalis)” olarak “zaman’ın” ve “nazariyat’a (thoria)” mahsus “mekan’ın” kaydı altında “nisbet’li bir’li’k (unitas ratio’nalis)” suretinde teşkil etmektir.

«Bu bakımdan “zihin (mens), “mahfuz müteşekkil dil’ler’i”, “hafıza” marifetiyle “hatır’la’mak” suretiyle “faal’dir”.

«“Hatır’la’n’a’n mahfuz müteşekkil dil’e” mahsusen “muhteva’dan (contentus)” bahsedilemez; “hatır’la’n’a’n mahfuz müteşekkil dil”, “hafıza” marifetiyle teşkil olunan “şuur’un” kaydı altında “tahayyül” (phantasia) suretindedir.»

Koç’un bu sözleri, yukarıda belirttiğim şekliyle henüz uzlaşılmamış bir ıstılaha tabi olması bakımından, tefsire muhtaçtır; ancak, bizim onun bu sözlerini altıntılamamız tefsir niyetiyle değil, zihin-hafıza-şuur ilişkisinin yoğunluğunu ve karmaşıklığını vurgulamak içindir.

Zira bundan hareketle şunu söyleme ihtiyacındayız: Sadaka vermeyi bile terbiye konusu kılan (edeb olarak yapılandıran) bir inanışın, bunca yoğun (ve bir o kadar da karmaşık) içsel (duyusal) tezahürlere özel bir terbiye alanı açmaması düşünülemez.

Bu manada insan, duyu(m)ların deposu olmadığı gibi, kimi içsel çarkların biribirlerini tetiklemesi nedeniyle “anlam(ay)a” yatkınlaşan mekanik bir sistem de değildir; insan, duyu(m)ların fevkinde olduğu kadar, kainatın ortak dokusu olmayı da aşarak, zihin-hafıza ve şuur’unun taşıyamayacağı kesintisiz bir feyze (“taşıyanın taşıyacağından fazla olan şeye) muhataptır ki, bu muhataplık zaten terbiyeyi kendiliğinden zorunlu kılar.

İslam metafiziği olarak tasavvuf, bu terbiyenin mahallidir. Bir tarikatla (şeyh – mürid ilişkisiyle) kayıtlı olmaksızın söz konusu terbiye (okuma, sohbet, tefekkür ve tezekkür yoluyla) talep edilebileceği gibi, şer’i ilimler konusunda yetkinliği İslami kamu tarafından teslim edilmiş bir hâl ehline bağlanılarak da elde edilebilir.

Ancak burada gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli husus, bu iç terbiyenin, önce dış’ta temellenmesi gerektiğidir. Zira, ahiretin tarlası olarak dünya yegâne hareket alanımızdır ve ahiret sorgusuna tabi olacak olan da yeryüzündeki hareketlerimizin tamamıdır.

Tutumun, taraftarlığın, düşmanlığın, dostluğun vb. dahil olmasıyla genişleyerek genelleşen bu hareket, fertle sınırlı kalmayarak terbiyenin genelleşmesini de beraberinde getirir. Diğer bir ifadeyle, mezkur ferdi terbiye cemaatleşmeyi (topluma katılmayı) gerektirir. Bu katılma aynı zamanda ordu, devlet ve iktidar üçlüsüne katılmaktır. Zira topluma fayda sağlamayan hiçbir şey fayda değeri taşımayacağından, tasavvuf da tebiyesini sağladığı fertler üzerinden toplumsal faydaya dahil olur.

Ancak bu dahil oluşun, tasavvuf’u şu ilginç paradoksa hamile bırakacağı gözden uzak tutulmamalıdır: Ordunun olduğu yerde devletin kurumlaşması ve bu kurumlaşmanın da iktidarı üretmesiyle, tasavvuf dahil tüm yapılar bu üçlü sistemin içine çekilerek, öncelikle bunların bekası için “de” kullanılır.

Buradaki “kullanma” kelimesine olumsuzluk yerine “manivela” anlamı yüklediğimizde söz konusu paradoks, geçmişteki tahakkuk tarzları üzerinden kolayca tefsir edilmiş olacaktır. Örneğin, Selçuklu’yu kuran iradeye Türkistan Mayası’nın, Osmanlı’yı kuran iradeye Anadolu Mayası’nın etkisi, son tahlilde bir manivela etkisidir.

Bu durumun, söz konusu terbiyeyi, aynı zamanda (geçmişte olduğu gibi bugün de) ordu, devlet ve iktidara “ehlileştirilmiş insan” sağlama imkanı olarak dönüştüreceği peşinen kabul edilmelidir.

Bu kabule bağlı olarak artık şu hükme varabiliriz: Bir iç (zihnî) terbiye müessesesi olarak tasavvuf, aynı zamanda dış terbiyenin menzilidir; dünya hayatını olgunlaştırdığı oranda, ahiret hayatını (mensupları hesabına) olgunlaştırmış olur.

Dolayısıyla tasavvuf, günümüzde sanıldığı gibi bir havada uçma, feleklerin arkasına kaçma hikayesi değildir. Bilakis yeryüzüne sıkı sıkıya bağlı bir harekettir! Üstelik, ilk çıkış noktası itibariyle saf olsa da, zaman içinde sair kültürel enfeksiyonlara, felsefî etkilere maruz kaldığından saflığını kaybetmiş olması, onu yeryüzünde yenilenmeye açık tutmaktadır.

Bunca sözden sonra, yazımızın başlığındaki soru artık hükmünü kaybetmiş olmalıdır. Zira, mevcut tasavvuf kavgası, (çok az bir kısmını dile getirebildiğimiz kadarıyla) tasavvufa mahsus hakikatlerin ıskalanmasından kaynaklanan aptalca bir kavgadan ibarettir.

Cübbeli meczupların, din tacirlerinin, mezar ekonomisinden medet umanların, holdingleşen tarikatların tasavvuf’u temsile muktedir olmadıklarını düşündüğümüzde, geriye bu zamanın anlayışına ve ihtiyaçlarına göre yeniden inşa edilmesi mümkün olan tasavvufun, sadece (İslami edep ve ihtiyaçlar dahilinde) tartışılması kalacaktır.

#Tasavvuf
#Yalçın Koç
#İslam metafiziği
5 yıl önce
Tasavvuf kavgasının neresindeyiz
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset