|
Tefekkür yoksa, edebiyat da yoktur...

Benim gazete yazarlarım, gündemdeki önemli konuları da ıskalamaksızın, üst bir dille yaşadığımız hayatın kaydını tutan yazarlardır.

Onlar, bir meseleyi “efradını cami, ağyarını mani” bir şekilde ele almakla kalmazlar, çözümlerini de sunarlar yazılarında.

Akif Emre''yi, sınırlı sayıdaki bu yazarlardan biri olarak izler ve okurum. “28 Şubat kime darbe vurdu” başlıklı yazısını da böyle okudum.

Edebi formasyonum gereğince “siyasetten siyaset üretme”yi bilmem, ancak “edebî siyaset”in nasıl ve hangi şartlarda üretileceğini bilirim.

Edebî siyaset, mecut kültürel hayattan üretilir.

Kültürel hayatsa, dille ve buna uygun eylemle biçimlenir.

Dil derken, sadece “lisanı” ya da “yazı dilini” değil, mimariden sinemaya dillerin tümünü kastediyorum.

Akif Emre, söz konusu yazısında,

1-Darbenin asıl sarsıcı etkisini, “Müslüman aydınların fikrî gündemlerinde yaşanan daralma, kırılma ve geri çekilme” olarak belirliyor, bunu da “yetersizliğine rağmen İslami iddiaları olan entelektüel kesim”in “kendi özgüvenini” ve dolayısıyla özgün dilini kaybetmesine bağlıyordu.

2-“Bağımsız kalması beklenen” aydınların, “hem entelektüel hem de fiziki bağımsızlıklarını” yitirerek birer kapı-kuluna dönüştüklerini, bu dönüşümü yaşamamaya çalışanlarınsa ya marjinalleştiklerini ya da seslerinin kısıldığını söylüyordu.

3-Yayın ortamı ve entelektüel gündem itibariyle darbe öncesini “bugünle kıyaslanamayacak bir zenginlik ve yoğunluk”a sahip görüyordu.

Bu üç konuyu ana izlek olarak seçip, bu vargı ve yargılarının, “edebî siyaset”i ilgilendiren kısmlarına mahsus kimi küçük tashihlerimi ve itirazlarımı iletmek istiyorum.

Ulusal Savaş sırasında aktif bir rol üstlenen Müslüman aydınların, savaştan sonra oluşan yeni sistemin dışına düşürülmeleriyle başlayan “daralma, kırılma ve geri çekilme”sini, “psikolojik bir miras” olarak şunca yıldır taşıyoruz.

Öte yandan, Gönenli Mehmet Efendi''nin, Süleyman Tunahan''ın, Bediüzzaman''ın şer''î, Mehmet Zahit Koktu''nun tasavvufî, Sait Halim Paşa''nın siyasî, Nurettin Topçu''nun felsefî, Mehmet Akif''in, Sezai Karakoç''un edebî planda yeraltı nehirleri gibi kesintisiz akan tefekkürleri, “düşünme özgürlüğü”nün ontolojik bir hak oluşunu Müslüman aydınlara sürekli olarak hatırlatmanın yanısıra, onun “her konuda gevezelik yapma” özgürlüğü olmadığını da hatılatıyor.

Bu hatırlatmaya kulaklarını tıkayan Müslüman aydınların, 12 Eylül''ü az sayıdaki sıyrıklarla atlatmış olmayı da bir sevinç vesilesi bilerek, akademik, idari ve siyasi hayatta, solun ezilmesiyle doğan boşluğu birer kapı-kuluna dönüşerek doldurma yarışı içine girmelerini İslami tefekkürün kaybı olarak değil, doğrudan onlardan korunması olarak da okuyabiliriz.

Bu sonucu edebiyata uyguladığımızda, o kuşak şairlerin 12 Eylül''le birlikte, ilk defa “seküler şiir”e evrildiklerini görebiliyoruz. Yine 12 Eylül döneminde “hidayet romanları”, tam da Edward W. Said''in “bir romanın ilksel keşfi, benliğin keşfidir” deyişinin sıradan bir yansıması olarak, İslami renge bürünmüş bir bireyleşmenin, ben-cilleşmenin meruşlaştırılma zeminini oluşturmuştu. Sarı Mercedes''ini yeşile boyatarak, bunu kavi imanının bir göstergesiymiş gibi sunmak da “abdestli kapitalistlere” hidayet romancıları tarafından önerilmişti.

Bugün ne o şairler var artık, ne de hidayet romancıları… Yoklukları da bir kayıp değil bilakis edebî bir kazanımdır.

Dolayısıyla 12 Eylül 1980- 28 Şubat 1997 tarihleri arasında, Müslümanların yaşadıkları “zengin ve yoğun” hareket kimi olumlu yanlarına rağmen olumsuz yanları daha ağır basan bir hareketti; temzileyici olmaktan çok kirletici, netleştirici olmaktan çok bulandırıcıydı.

Bu nedenle, 28 Şubat''taki tahribatı, Müslümanların kendi enkazlarını görme imkânı olarak da okumamızın mümkün olabileceğini düşünüyorum. Çünkü her tahribat, korunma ihtiyacını pekiştirdiği gibi, tahrip edilenin yerine yenisinin daha güçlü olarak inşasını da beraberinde getirir.

Yarım kalmış bir kazanç hırsıyla 12 Eylül''ün kirlenmiş edebi ortamını bugün yeniden üretmek isteyen büyük yayınevlerinin ve A.B.İ.''lerin çabası son tahlilde çok da ciddiye alınacak bir durum olmadığı gibi, kanıksanması gereken de bir durumdur. Çünkü yağmacılar ve ABİ''ler gibi edebiyat taşeronları her devirde olmuştur, olmaya da devam edecektir.

Önemli olan, Müslüman edebiyatçıların, 28 Şubat zulmüne ağıt yakmayı ve onu bir “hatıralarını satma istismarı”na dönüştürmeyi bırakıp, yıkıldıkları yerden “dosdoğru” ayağa kalkabilmeleri ve Müslümanca bir edebi siyaseti yeniden üretmeleridir; televizyon programlarında, köşklerde A.B.İ.''lerin düzenledikleri edebiyat toplantılarında, belediyelerin kültürel etkinliklerinde yer alarak “adamdan sayılma tatmimine” ulaşmak yerine, “düşünme özgürlüğü”nü hatırlatanları yeniden hatırlamaları ve onların izinden yeniden tefekküre dönmeleridir.

Tefekkür yoksa, edebiyat da yoktur çünkü.

14 yıl önce
Tefekkür yoksa, edebiyat da yoktur...
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…
Riyakâr Bey ile ‘Yamyam’ Biraderler