|
Abartıyoruz

Süreç şöyle işliyor:

Bir şeyi önce ihmal ediyoruz. Derken, unutup gidiyoruz o şeyi. İhmalimizin acı sonuçları bir bir ortaya çıkınca, birden unuttuğumuzu keşfediyoruz.

Keşfeder etmez, cumhur cemaat dört elle sarılıyoruz. Sarılış ki ne sarılış. Varımızı yoğumuzu o şeye yatırıyoruz. Onu bir "mehdi" gibi görüyor, kurtuluşu ona hasrediyoruz.

Bir kurtarıcı gibi görmeye başladığımız o şeye boyundan büyük anlamlar yükleyince, ona hak etmediği bir paye veriyoruz. Verdiğimiz vehim ürünü payenin karşılığını beklemeye başlıyoruz. Oysa ki o şey, kendisinden beklentimizi karşılayacak kapasitede değil.

Aşırı anlam yüklemenin sonucunda, bir takım şahsi yükümlülüklerimizi de o şeyin üzerine yıkıyoruz. Kendi yapmamız gerekenleri de ondan bekliyoruz.

Aşırı beklentimiz gerçekleşmiyor. Sonuçta aşırı anlam yüklediğimiz o şey kendisinden bekleneni veremediği gibi, kendi asli işlevini de yerine getiremeyecek kadar hantallaşıyor. Bir şekilde fiyaskoyla sonuçlanıyor.

İşte o zaman da düş kırıklıkları yaşıyoruz. Vehim eseri olan beklentilerimiz, dönüp umutlarımızı vuran bir bumerang oluyor. Kendi enerjimizi kendimiz soğurur duruma düşüyoruz. Aşırı anlam yüklediğimiz olgu, aşırı beklentimizi karşılayamaz olunca, aşırı tepkiler gösteriyoruz.

Yani, çuvallıyoruz.

Çünkü, başta yanlış anladık.

Eşyaya taşıyacağından fazlasını yükledik.

Bir şeye aşırı anlam yüklemek, aslında ona zihinsel bir rüşvet vermek demekti. Çünkü, ona yalnızca anlam yüklemekle kalmıyor, aynı zamanda taşımanız gereken yükü de yüklemiş oluyordunuz. Yani sorumluluklarınızı, gayr-ı ahlaki bir biçimde "yıkmış" oluyordunuz.

Örnek o kadar çok ki...

1980''lerde dergi patlaması olmuştu. Mahrum kesimler adeta dergiyi yeni(den) keşfetmişlerdi. 1985 yılında sadece İslami kesimde çıkan dergilerin sayısını merak edip saymıştık. Yerel olanları hariç tam 55 dergi.

İyi, hoş, güzel de... İşin bu kadar kokusunu çıkarmak gerekmiyordu. Dergilerin, fikirler ve fikir okulları tarafından inşa edilen fikir kaleleri olduğunu unutmuştuk. Bir araç olduğunu göz ardı edip bir amaç haline getirmiştik. Şimdilerde yaşadığımız dergi yoksulluğunun nedenleri arasında, o dönemdeki dergi yoğunluğundan kaynaklanan "dergi yorgunluğu" yok muydu?

Önceleri örgün eğitimi göz göre göre ihmal etmiştik. Yabancılaşmış azınlığın tekeline geçen yönetici akla karşı alttakilerin protestosuydu bu. Nice sonra bu ihmalin faturasının çok yüksek olduğu yaşanan acılarla anlaşıldı.

Ve okulu yeniden keşfettik.

Her şeyimizi okula yatırdık. Okullaşmayı (eğitimi ve bilgiyi değil), var olmanın bir numaralı unsuru olarak gördük. Büyük paralarla şehrin en mutena semtlerinde okullar inşa etmeye başladık. Tüm imkanları seferber ederek, milyarlar gömdük. Çocuklarımızı bu okullara verecek, en sonunda "insan-ı kâmil" olarak alacaktık.

Bir tür tam otomatik ekmek fabrikası işlevi: Bir taraftan buğday verip öte taraftan ekmek almak gibi bir şey...

Kısa zamanda bin bir umutla yapılan bu yatırımlar, kendisine yönelen aşırı beklentiyi karşılayamaz oldu. Bunda tek kusur "mevzuatın müsait olmaması" değildi. En az onun kadar, aşırı anlam yükleyip kişisel ve ailevi sorumlulukların okulun sırtına yıkılmış olması da affedilmez bir hataydı.

Şimdilerde, içi boş dışı hoş bu kurumlar, çocuklarını yarışa sokulmuş at gibi gören ve kendileri de bu yarışın sırtından paye ve onur kazanmaya çalışan zengin velilerin arenası görünümünde...

Asıl sözü politikaya getirecektim.

Önce bu alan boş bırakıldı ya da stepnelerle yetinildi. Sonra olan oldu ve politika yeniden keşfedildi. Cumhur cemaat neyimiz var neyimiz yoksa bu alana yatırdık. "Buzdağının görünen kısmını politikaya, görünmeyen kısm-ı azamını insana yatırın" diyenlere de bozulduk. Hatta onları oyun bozanlar olarak lanse ettik ve "tu kaka" ilan ettik.

Politika sadece politikaydı. Hayatın alanlarından yalnızca bir alandı ve imkanları belliydi. Biz politikayı "varoluş" alanı olarak işaretledik ve imkanla mütenasip bir araç değil, "imanla" sarılınan bir amaç haline getirdik.

Politik önder, sadece ve sadece bir politik önderdi. Bizde ise sadece politik önder değil bir "kurtarıcı", bir "mehdi", bir "müceddit" idi ve bey''at edilmeliydi.

Ölümüne, garazsız ve ivazsız, sonsuza kadar...

Politikaya aşırı anlam yüklenmesi, bu ülkenin çok özel şartlarından kaynaklanıyordu elbette. Çünkü bu ülkede, halka rağmen bir sistem oluşturulmuş ve bu sistemin sürmesi için de tüm imkanlar merkezde toplanmıştı. Bu merkez, eldeki tüm imkanları, sistemin ayakta kalması karşılığında bir "lütuf" olarak vermek üzere bir havuz oluşturmuştu. Politika, o havuza girip o lütuftan pay kapma yarışının adıydı.

Bu gerçeği fark edemeyip politikaya "kutsal mücadele", politikacıya da "kutsal rehber" olarak bakanlar, aşırı beklentilerinin kurbanı oldular. Sorumluluklarıyla birlikte umutlarını da transfer etmişlerdi. Sorumluluklarından kurtulamadılar, fakat umutları yıkıldı.

Şimdi söyleyin Allah aşkına: abartmıyor muyuz?

23 yıl önce
Abartıyoruz
Belki de arkadaşlaşan babaya ihtiyacımız var
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...