|
Nusret Fatih iki yıl oldu...

Eli yaşlı bir bilgenin elinde, yürüyorlardı. Çocuğun o dokunaklı acemiliğiyle ve amaçsızlığıyla adımlar atması, ormanın yüzünde solgun bir gülümsemeyle birikiyordu. Bir eli de ağzındaydı-çocuğun ve endişeli gözlerle yukarıya bakıyor, kendisine bir hayat verilmesiyle ne istendiğini anlamaya çalışıyordu. Soruyordu, daha sorunun bilincine henüz varamadan: "Ses nedir?" Zaman, geçiyordu şüphesiz.

Suyun, güneşin ve gök gürültüsünün akıp gitmelerine kulak verdi bir zaman. Serpildi. Binlerce gündoğumu gördü kanatlanıp yükselen ve suskunluğun o yoğun yüreğini izledi hayali kırıldığında. Yürüdü patikalardan içerilere doğru, yürüdükçe takip etti birbiri ardınca uyanan çiçekler, topuklarını. Bir gün elleri üşüdü. Öbür el yoktu. Üşüdü ve sordu titreyerek: "Ses nedir?"

İlk gençliğinde cüret edemiyordu ama yaşlandıkça öteki soruyu da sordu nihayet: "Sesler nedir ve bütün sesleri içeriden tutan ayet nedir?"

Bir akşamüstü gökler, doruklardan bıçak gibi fırlamış kayalıklara yığılıp kalmıştı. Yüreği şükran ve duayla dolup taşmıştı böylece ve göğün, kaydıkları gürültüyle ısırdığında ruhuna sokulan o gizli kamaşmayı, ardından tepelerde patlayıveren böğürtülü yağışı izledi. Yaprağın, damlayı doğurduktan sonra hafifleyişinin ve tekrar tekrar hafifleyişinin sünnetini işitti. Ezgiyi uyandırdı usul usul ve sordu ümitsiz: "Ses neyle beslenir?" Uyudu o tepede. Rüyasında yaşlanmıştı.

Yatağında, papatyaların içinde gövdesini döndürüp uyandı. Saçları ağarmıştı. Göz yaşlarını tutamadı. Uyurgezer gözlerle, boşluğun içine bakar gibi baktı bir süre oraya buraya.

Uçuşa hazırlanan ağır bir çift kanat gibi kımıldanıp açıldı kolları. "Tanrım" diye yakındı, "kendisinden başka her sesi gereksizleştirecek, israflaştıracak o sesi bir kez olsun duyur bana! Görme yeteneğimi ve duyma gücümü artır. Yüreğimin eşiğini o ezginin kapısına kadar yükselt. Yoksa da beni ritmden yoksun bu yeryüzünden bağışla artık!.."

"Bulamayacağım" dedi bir gün. Ümidini yitirmişti. Bir kayanın üzerinde oturmuş, güneşin akşama hazırladığı uzak dağlara bakıyordu. Üzüldü. Dolaşmayı ve aramayı kesti. Oturdu. Uzun bir zaman oturdu ve yaşlandı.

Ruhunun, duadan yapılmış gergin ve geniş kanatları vardı artık. Karmaşanın ve Uyumun, Kevn ve Fesad''ın yollarında ilerliyordu. Kâinatın en gizli, en derin kirişlerine yaklaşıp durdu. Kulağını görünmez seslerin yollarına dayadı ve durdu. Seslerin bilgisi, varoluşun örttüğü yerlerden, çatlaklardan ışımaktaydı. Gözleri parladı. Yutkunup yaklaştı, iyice sokuldu. İşittiği ezgi, bilinemez bir geometrinin üzerine görkemle kurulmuş, ölçülere ve telaşsız, ezelî bir emire boyun eğiyordu. Ürktü. Bilmeye cüret edemiyordu. İşittiğini bilmeyi kaldıramayacaktı. Buna gücü yetemeyecekti. Ancak, yine de duymamın acılığıyla kıvranmaya başlamıştı ruhu. Canı yanıyordu.

Mesafe''yi tanımış olmanın acısıyla, vuslatın ve firakın şaşkınlığıyla elini kaldırdı, bir kanadını açtı ve içine düşen o ateşi övdü - çığırarak, kızıl bir gülün gizli patlayışlarıyla...

Nusret Fatih Han, iki yıldır aramızda değil.


25 yıl önce
Nusret Fatih iki yıl oldu...
Oynatmaya az kaldı, doktoru nerede?
Reis’i tanıdığım o günlerden bugünlere…
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!