|
İslâm coğrafyasında yapısal değişimler ve Türkiye’nin jeopolitik müdahalesi

Millî Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Genel Kurmay Başkanı Yaşar Güler’in Libya’yı ziyareti Türkiye’nin Akdeniz siyasetinde kararlığını göstermesi açısından önemlidir. Ulusal Mutabakat Hükûmeti’nin Türkiye’nin desteği ile büyük bir başarıya imza atmasından sonra bakanlar düzeyindeki bu ikinci ziyaret, Libya’daki varlığımızın tesadüfî olmadığını gösterir. Bilindiği üzere daha önce de Libya’ya adeta devlet çıkarması yapılmıştı. Salgın sonrası bu yüksek düzeyli ziyaret ile Türkiye’nin Libya’daki varlığı tahkim edilmişti. Birinci ziyarete katılanlarla ikinci ziyarete katılanlar arasındaki fark da önemlidir. Birincide Türkiye devletinin varlığı en üst düzeyde temsil edilirken ikinci ziyarette Millî Savunma Bakanı ile Genel Kurmay Başkanı vardı. Libya’daki siyasî varlık, temsilî düzeyde askerî bir varlık ile desteklenseydi fazla bir anlam taşımazdı. Türkiye böylesi bir durumda olabileceklerle ilgili yeterince tecrübe sahibidir. Dolayısıyla askerî varlığın en üst düzeyde temsiliyle Libya, Türkiye açısından bir bekâ meselesi olarak tanımlanmıştır. Bu da Libya’daki varlığımızın ciddiyetini gösterir.

Türkiye’de birtakım çevreler hoşlanmasalar da bekâ meselesi kavramının Libya için kullanılmasında herhangi bir sakınca yoktur. Yüz yıl sonra coğrafyamız Anadolu’daki varlığımızı da tehlikeye düşürecek şekilde yeniden çözülmeye başlamıştı. İki kutuplu dünyanın dağılmasıyla birlikte coğrafyamızın tamamına yönelik bir istikrarsızlaştırma müdahalesi yapılmıştı. 1990’ların başındaki bu müdahalelerle yakın ve uzak sınırlarımızda kalıcı sorunlar ortaya çıktı. Bu dönemde özellikle BAE, Suudî Arabistan ve Mısır yönetimleri, Avrupa ve Amerika gibi dışarıdan müdahale eden emperyalist güçlerle birlikte hareket etmiş ve coğrafyanın çözülmesinde aktif rol oynamıştır. Onlarla birlikte bağımlı yapıların da harekete geçmesiyle ülkeler içeriden teslim alınmak istenmiştir. Bu süreç aktif olarak devam etmektedir.

Coğrafyamıza yönelik bütün müdahalelere rağmen Türkiye’nin çözülmeyi durdurmaya yönelik mücadelesiyle de birtakım sonuçlar ortaya çıktı. Bugün, emperyalist devletler arasındaki mücadelenin iyi analiz edilmesi gerekir. Bu mücadelenin yeni bir paylaşım savaşı olarak tanımlanması, sürecin sağlıklı analiz edilmediğini gösterir. 1990’ların başında Cezayir’e müdahalede bulunduğu ya da 2010’larda Libya’yı uçaklarla bombaladığı zaman Fransa’ya yönelik bir tepki yoktu. Süleyman Şah Türbesi’ni tahliye etmeyi büyük başarı olarak gösteren siyasîlerin, Paris’te Netanyahu ile yan yana yürümeyi içine sindirebilmiş olması gerçekten anlamlıdır. Hâlbuki Fransa’nın banliyölerinde yaşayan Kuzey Afrikalılar, sömürgecilik dönemlerinin sorunlarını günümüze taşıyan unsurlardır. Paris’te birtakım kişilerin öldürülmesi elbette önemli bir meseleydi fakat aynı dönemde Türkiye’nin de dâhil olduğu İslam coğrafyasının direnç noktalarında masum insanlar sürekli öldürülmekteydi. Fransa ne Cezayir’de ne de Libya’da işlediği cinayetler dolayısıyla suçlanmadığı için hem Suriye’de hem de Kuzey Afrika’da istediğini yapabileceğini düşündü. Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasında olduğu gibi önüne herhangi bir gücün çıkamayacağını düşündü. Bu sebeple Türkiye’nin birkaç aylık bir dönemde Libya’yı çözülmenin eşiğinden alıp çıkarmasıyla Fransa’nın ne yapacağını bilemez hâle gelmesi gayet tabiî bir durumdur. Türkiye ilk defa bütün coğrafyayı etkileyebilecek jeopolitik müdahalelere yönelmiştir.

Türkiye, siyasî ve askerî varlığını geriye dönülemez bir biçimde göstererek Libya’yı bekâ meselesi olarak tanımlamış oldu. Fakat bu tanımlamanın Libya ile sınırlı olmadığını, bütün Doğu Akdeniz’i kuşattığını görmemiz gerekir. Suriye ve İdlib, Libya siyasetinin bir parçası hâline geldi. Türkiye sağlam bir duruş sergilediğinde Fransa gibi ülkelerin çözüm üretememesini farklı açılardan ele almak gerekir. 1990’larda, son defa karşılarına herhangi bir gücün çıkamayacağından emin olarak hareket etmişlerdi. 2010’larda aynı anda Mısır, Türkiye, Libya, Cezayir, Tunus, Suriye ve Yemen’e müdahale ettiler fakat bütün olumsuzluklara rağmen coğrafyamız çökmedi. Bu, çok kuvvetli coğrafî bir direncin varlığına işaret etmektedir. Bu direncin de bağımlı yapıların tasfiyesiyle ortaya çıktığını görmemiz gerekir. Dolayısıyla yapısal bir değişimden bahsedebiliriz.

Coğrafyanın dinamikleri harekete geçerken bağımlı yapıların tedirginlik duymasını mahallî sınırlara hapsolmuş bakış açılarıyla izah edemeyiz. Yapısal dönüşümlerin, bireysel hırslarına mağlup olmuş şahıslar tarafından görülmesini de beklememek lazım.

#Hulusi Akar
#İslam
#Coğrafya
4 yıl önce
İslâm coğrafyasında yapısal değişimler ve Türkiye’nin jeopolitik müdahalesi
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti