|
Gaullizm ve İstanbul Sözleşmesi

Yaşadığımız süreci siyâsal kültürel olarak değerlendirdiğimde durumu 19. asrın ilk yarısı ile 20. asrın ikinci yarısı arasında yaşananlara benzetmekten kendimi alıkoyamıyorum. Evet, târih tekerrür etmez; ama bir ilerlemeler silsilesi de değildir. Onu var eden şeyin “süreklilikler” olduğunu da biliyoruz. Târihsel birikime konu olan pek çok şey “başkalaşarak” karşımıza çıkıyor.

19. asır Amerikan ve Fransız Devrimlerinin tesiri altında başladı. Devrimler evvelinde Amerikan devrimcileriyle Fransız devrimcilerinin, Farmasonik mahfillerde sık sık buluştuğu ve yemeli-içmeli uzun toplantılarda bir araya geldiklerini biliyoruz. Alexander Hamilton, James Madison, John Jay gibilerle Robespiere, St. Just, Danton ve Marat gibilerin dünyâ görüşleri birbirine alabildiğine yakındı. Kendilerine Cumhûriyetçi diyorlardı. Bu işbirliği, farklı sâiklerden türemiş olsa da biraz da Birleşik Krallıktan duyulan, yer yer nefrete varan menfî hislerdi. Devrimlerin ruhu, 1800’lerin yeni nesillerine derin bir şekilde nüfuz etmekteydi. Ama Amerikan örüntüsü ile Cumhûriyetçiliğin Kıt’a Avrupasındaki serencâmı aynı olmadı. Amerika’da Bağımsızlık sonrası Cumhûriyetçi fikirlerin önünde müesses hiçbir engel kalmadı. Cumhûriyetçilik kolaylıkla pragmatizme evrildi ve püritan çevrelerin tesiriyle reddettiği baberkil (patenalist) kodlarla sentezlendi. Ama Avrupa’da durum farklıydı. Kıt’ada çok köklü müesses babaerkil yapılar mevcuttu. Kavga alevlendi. Mücâdele bir vuruşta dünyâyı ve târihi, karpuz misâli ikiye ayırıyor ve safları belirginleştiriyordu. Kavga, müesses yapıları savunan “eski” ile “yeni”, baba ile oğul arasındaydı. Gençlik târihte ilk defâ bir özne olarak sahneye çıkmıştı. 1815’te, Klemenz Von Metternich’in başını çektiği babaların dünyâsı duruma vaziyet etmek için bir “barış” ve “tâmirat” devrini başlattı. Görünüşte hâkimdiler. Ama Metternich’in, kendisini tebrik edenlere dönüp, “Biliyor musunuz, zafer bizim gibi görünüyor, ama aslında kaybettik” dediği rivayet edilir. Metternich sistemi ancak 5 sene dayanabildi. 1820’ler, 1830’lar ve 1840’lar Avrupa’sı kanlı isyan ve bastırma hareketlerine sahne oldu. 1840’lardan başlayarak mücâdelelere sayısız ideolojik örüntü eklemlendi. 1848 Paris Komünü ve 1871’deki başkaldırılarda bunların izini sürmek mümkündür.

1870’lerde başlayıp 1914’e kadar devâm eden Belle Epoque devrinde, siyâsal tansiyon düşmedi; ama mücâdeleye marjinal eksende sayısız kültürel-sanatsal dava da eklemlendi. 1945 sonrası kurulan dünyâda babaların iktidârı yeniden tescillendi. Keynesyen paradigma ekonomik ve siyâsal düzlemde (baba) devletin müdahalesine zirve yaptırıyor; toplumsal düzlemde ise yine babanın baskın olduğu çekirdek âile düzenini merkeze koyuyordu. De Gaulle, Adenaure, Churchill, Roosevelt ve Truman ve Stalin Yalta sonrasının babalarıydı. Hepsi kendilerini uluslarının babaları olarak görüyor; dahası öyle de algılanıyorlardı. Toplumsal ve siyâsal barıştan anladıkları kesintisiz konformizmdi. Ama bu konformizme tepki gecikmedi. 1950’lerin sonunda başlayan Karşıt Kültür hareketleri, 68’liler, Prag Baharı, Baba-Oğul kavgasının en derin siyâsal-kültürel boyutlarını sergileyen süreçlerdir.

Doğrusu ben, bu mâhut kavgada galebe çalanın bugüne kadar hep babalar olduğunu düşünüyorum. Metternich’in sıkıntısı kaybetmekten değildi. Muhtemelen babalar için artık “huzursuz babalık” sendromunun mukadder olduğunu görüyordu. Eski, huzurlu babalık günleri geride kalmıştı.

Küreselleşme, yâni benim sermâye-devlet akdinin sona ermesi olarak gördüğüm süreçte bu gerilim, çok başka bir kültürel bağlamda nüksetti. Küresel-finansal sermâye bu târihsel enerjiyi veyâ gerilim hattını kendi çıkarları doğrultusunda, devleti ve üretim ekseninde yapılanmış olan ulusları çözmek adına kullanmayı son derecede iyi bildi. Sorosçu ve benzeri vakıf yapılar mârifetiyle küresel sermâye ile yeni Jönlük arasındaki bağların alabildiğine kuvvetli geliştiğini biliyoruz.1990-2000 arasında devletler ve uluslar alabildiğine yıpratıldı. 2000’li senelerden sonra ise durum tersine döndü. Ağır yapısal-çevrimsel krizler küreselciliği zora soktu. Devletler için intikam saati geldi. Babalar yeniden gündemde. Ama sermâye de kolay pes edecek görünmüyor.

2020’lerde sanki 1820’leri yeniden yaşıyoruz dedik. Ama bâzı mühim farklarla birlikte. 1820’lerin liberal isyancıları olan “Jönler” diğerkâmcıydı. Toplumsal düşünüyor, ulusları veyâ sınıfları devlet baskısından özgürleştirmeyi esas görüyorlardı. “Yeni Jönler” ise alabildiğine toplumsaldan kopuk ve bireyci. Eski Jönlerin ellerinde kitaplar, dergiler ve manifestolar vardı. Yeni Jönlerin ellerinde ise akıllı telefonlar var. Onları kütüphanelerde, okuma salonlarında değil, twitter, facebook ve diğer sohbet ve iletişim mecrâlarında görüyoruz. Mücâdelenin karakteri ise daha çok 1968’lere benziyor. Siyâsal değil; yoğun ve keskin bir biçimde kültürel. Mesele artık basit olarak Baba-Oğul meselesi de değil. Onun daha karmaşık cinsiyet meseleleri üzerinden çeşitlenmiş halleri.. Müesses siyâseti en fazla zorlayan şey ekonomi ve kültürel dâvâlarla boğuşmaktır. Ekonomik ve kültürel akıllar ile siyâsal aklın arası hiçbir zaman hoş olmamıştır. İstanbul Sözleşmesi etrafında yürütülen tartışmaları bu bağlamlarda tâkip etmek gerekiyor.

#Küreselleşme
#Sermaye
#İstanbul Sözleşmesi
4 yıl önce
Gaullizm ve İstanbul Sözleşmesi
*Ayasofya: Tereddüt edenin tarihi yoktur! *Türkiye üzerindeki Batı tekeli kırıldı. Güç yön değiştirdi, bu ilân edildi. *Erdoğan’ın attığı imzalar; Alparslan’ların Fatih’lerin, o siyasi genetiğin imzasıdır. *Yüzyılların siyasi genetiği ile vesâyetçi kanadın çatışması. En az Atina kadar rahatsızlar. *Peki, sırada ne var? Bu daha başlangıç!
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir