|
Biblo ülke

Ummanlı dostumuzun, “Sultan Kâbûs, Maskat Operası’nı inşa ettirdikten sonra, bu camiyi de yaptırdı. Böylece bir denge kurdu. Kendisi geniş bir ufuk ve vizyon sahibiydi. Vefatından önce, cenazesinin yalnızca halkın katılımıyla kaldırılmasını vasiyet etmişti. Bu yüzden, yabancı devlet adamlarının iştirak ettiği taziye töreni, cenazenin defninden sonra gerçekleşti. Sultan, sade ve sıradan bir kabre gömüldü” şeklindeki sözlerini düşünürken, benim gözlerim Sultan Kâbûs Camii’nin halısına dalıp gitmişti:

70x60 metre büyüklüğündeki ve 21 ton ağırlığındaki tek parça halı, İran’ın Meşhed kenti yakınlarında, 600 genç kadın tarafından dört yılda dokunmuş. 15 uzmanın gözetimi altında sürdürülen dokuma sırasında, -her 6,5 santimetreye 40 ilmek olmak üzere- tam 1 milyar 700 milyon ilmek atılmış. Farklı İslâmî dönemleri yansıtan motiflerle süslenen halı ziyaretçileri büyülerken, İsfahan’daki Şeyh Lütfullah Camii örnek alınarak inşa edilen turkuvaz-yeşil işlemeli kubbeden sarkan sekiz tonluk dev avize de, karşımızdaki “sanatsal” tabloyu tamamlıyor. Sekiz metre çapa, 14 metre de yüksekliğe sahip olan bin 122 lambalı avize, Avusturya merkezli ünlü kristal markası Swarovski’nin imzasını taşıyor. Cami, her gün 09.00-11.00 saatleri arasında ziyarete açık olduğundan, Müslümanların yanı sıra gayrimüslimler de tüm bu unsurları yakından görme ve inceleme şansına sahip.

Göz kamaştırıcı manzaradan beni uyandıran şey, Ummanlı dostumuzun cümlelerindeki bir bilgi yanlışıydı: Sultan Kâbûs bin Saîd Camii 2001’de ibadete açılmışken, opera ondan tam 10 yıl sonra kapılarını açmıştı. Hem aralarında ciddi bir zaman farkı vardı hem de önce inşa edilen opera değil, camiydi. Ancak anlaşılan, Ummanlı dostumuz açısından bunun herhangi bir önemi yoktu. Önemli olan “Maskat’ta ikisine de yer var” mesajıydı. Gerçekten de, uzun sohbetimiz boyunca hep aynı yere vurgu yaptı: “Umman, aşırılığın ve kavganın olmadığı bir ülkedir. İçeride de dışarıda da biz hep yumuşak ve barışçıl insanlarız. Camilerimiz ve mescitlerimiz tertemizdir. İnsanımız, cedelden ve gürültüden hoşlanmaz. Sokaklarda herhangi bir gerilim göremezsiniz. Buna Batılılar da şaşırıyor, ama biz böyleyiz.”

Umman’a bu ikinci gelişimde, Sultan Kâbûs’un 1970’de başlayıp tam 50 yıl süren uzun saltanatı sırasında -şüphesiz İngilizlerin destek ve teşvikiyle- kurduğu siyasî ve toplumsal sistem üzerinde daha uzun düşünme fırsatım oldu. Dışarıdan bakıldığında veya bir süre içinde yaşandığında, Umman’a hayran kalmamak mümkün değil. Hem yukarıda anlatılanlar fazlasıyla doğru hem ülkenin tarihî ve kültürel dokusu, insanı kendisine hızlıca çekip bağlıyor. Benim odaklandığım iki nokta ise şurasıydı: Umman’ı farklı kılan şey ne? Ve, “biblo ülke” olmak, Umman halkına neye mal olmuş?

Tarihi geriye doğru düşündüğümüzde, Umman’ı Arap coğrafyasının diğer devlet ve halklarından ayıran şey, resmî mezhep konumundaki İbâdîlik. Kendileri bunu kabul etmeyip tevil yoluna gitseler de, İbâdîlik, Hz. Ali dönemindeki iç savaşlar sırasında ortaya çıkan Hâricîlik akımının günümüzdeki uzantısı. Diğer fırkalara bakış yönünden Hâricîliğin en makul yorumunu oluşturan İbâdîlik, zamanla değişim ve dönüşümler geçirmiş. Nihayet günümüzde, “Hiçbir Müslümana mezhebi sorulmaz” şeklinde özetleyebileceğimiz bir “toplumsal konsensüs” meydana gelmiş. İbadet sırasında şahit olunan minik nüanslar dışında, günlük hayatta İbâdîliği mimleyen herhangi bir somut işaret yok.

Temiz, rahat, düzenli, istikrarlı ve sıkıntısız bir ülkede yaşamanın Ummanlılar açısından bedeli ise, tamamen “siyasî gündemden arınmış” bir halk haline gelmeleri... Coğrafyayı ve Müslümanları ilgilendiren hiçbir konuda, halk işin içinde değil. İsminin başına “Ummanlı” sıfatını ekleyebileceğiniz âlim, düşünür, akademisyen, sanatçı veya siyasetçi de bir çırpıda akla gelmiyor. Dış politikasının sloganını “Herkesle dost, kimseye düşman” olarak belirleyen ülkede, bu “tarafsızlık ve renksizliğin” halk katmanlarına da sirayet ettiği görülüyor. Bunda hem Sultan Kâbûs döneminin uzun süreli politikalarının etkisi var, hem de Ummanlıların tüccar genlerinin: Tüccar, malını satabilmeyi öncelediği için, muhatap kitlesini mümkün olduğunca geniş tutmaya ve her kesimle dostça ilişkiler kurmaya gayret eder. Çok farklı çevrelerle irtibatının olması, bir tüccar açısından en makul hedeftir.

Güneydoğusundan eklemlendikleri Ortadoğu coğrafyasında esen sert fırtınaları düşününce, Ummanlıların, kendilerini sultanlarının sahil-i selâmetine sorgusuz-sualsiz teslim etmişliği, gayet anlaşılır bir durum...

#Umman
#Opera
#Avusturya
٪d سنوات قبل
Biblo ülke
Saç diplerinden kim alabilir kokusunu hakikatin?
Mülâhaza etmek
Siyasetçileri bürokratlara kurban etmek
Musallada bir sosyolog daha… Vehbi Başer’in ardından
Taşkent’in öbür yüzü