|
İnsan fıtratı mûsikîye ve ritme neden yatkındır?

İnsan fıtratının mûsikî, melodi ve ritme, yani âhenge yatkınlığı söz konusu. Bu yatkınlık, evvelâ insanın bu varlık âleminin en önemli unsuru olmasıyla ilgili. Önemli bir unsuru demek, meleklerin secde ettiği “Âdem”e haksızlık olabilir, varlık âleminin kendisi için vâredildiği insan demek sanırım daha doğru olacaktır. Şeyh Gâlib’in söylediği gibi insan, zübde-i âlemdir, yani âlemin özüdür. Eski filozofların tâbiriyle de “küçük âlemdir (mikro kosmos). Âlem kusursuz ve muhteşem bir âheng ile yaratılmıştır. Büyük âlem kusursuz ve muhteşem bir âheng ile yaratıldıysa eğer, küçük âlem de kusursuz ve âhengli, hatta bu muhteşem âheng ile uyumlu yaratılmıştır. (“Muhakkak biz insanı ahsen-i takvimde yarattık” / Tîn Sûresi)

Mûsikîden hareketle, bütün varlık âleminde en küçük bir çelişki, eksiklik ya da hataya yer vermeden ve çok ince hesaplarla bu muhteşem âhengi vâretmek, bütün kâinatın ve varlık âleminin, muazzam ilim sahibi, eşi, benzeri, ortağı bulunmayan tek bir yaratıcının varlığının yani “Lâ ilâhe illallah”ın kozmik anlamda ispatıdır. Allah, Rahman Sûresi'nde; “Güneş ve Ay bir hesab iledir” buyurarak bu ince hesap hakkında bilgi verir. Güneş ve Ay, en yakınımızda, gözümüzle görebildiğimiz varlıklar olduğu için, kâinatta vârolan bütün gezegenlerin de bir hesab ile yaratılmış olduğunu öğretir. Hiçbir varlığın kendi kendini yaratması mümkün değildir. Zaten kendisi de “yaratılmış” olan tabiatın da herhangi bir şeyi yaratması mümkün değildir. Bir an öyle olduğunu varsaysak bile, varlığın her birinin farklı formlarda yaratılmış olması, onların tasarlanarak yaratıldığını gösterir. Tabiatın kendisinde, “tasarlama”, “hesaplama” ve “âhengli yaratma” kudreti yoktur. Başımızı gökyüzüne kaldırdığımızda görebildiğimiz bu muhteşem âheng, adeta “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidini zikretmektedir. Zaten âyette de beyan buyurulduğu gibi “bütün yaradılmışlar, kendi lisanları ile Allah'ı zikretmektedirler”. Uçsuz bucaksız varlık âleminde bütün varlığı birbirleriyle âhengli yaratmak, ortağı olmayan ve ilmiyle her şeyi kuşatmış bir yaratıcının varlığını adeta gözümüze sokarak göstermektedir. Allah Kur'ân-ı Kerim'in Mülk Sûresi'nde; “Yedi göğü tabakalar halinde yaratan O'dur. Rahman'ın bu uyarmasında bir âhengsizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin ? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak. Göz aradığı kusuru bulmaktan umudu keserek yorgun ve bitkin bir halde sana döner” buyurarak varlık âlemini nasıl kusursuz bir düzen ve âheng içinde yarattığını anlatmaktadır. Bu kusursuzluk varlık âleminde “âheng” demektir.

Kâinattaki âheng, “Lâ İlâhe İllallah”ın açık göstergesidir. Müzikteki âheng, Pythagoras'ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır. Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah'ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah'tan uzaklaştırıcı değil, Allah'a yaklaştırıcı bir vesîle olabilir.

Mûsikî, melodi ve ritm âheng demektir ve bir âheng ortaya koyar. Nefha-i ilâhî ile can bulmuş insan, bütün varlığı âheng ile yaratan Allah’ın “varlığı âhengli yaratma”sı sebebi ile, âhengli bir iç âleme sahibtir. Yazının başında insanın, eski feylezofların tâbiri ile, “mikro kosmos”, yani “küçük âlem” olduğundan bahsetmiştim ve “büyük âlemin (makro kosmos)” âhengi ile aynı özellikleri taşıdığını da ilave edeyim. Mûsikî bir âheng ilmidir. Kâinat ise âhengdir.

İnsanın âhengi kâinatın âhengi gibidir. Tabiatında âheng vardır.. Tabiatındaki bu âhengden dolayı âhenge ve buna dâir her şeye yatkındır, kulak kabartarak dinler veya hoşuna gider.

İslâm dünyasında mûsikîye en fazla ilgi, genellikle tasavvuf ehli tarafından gösterilmiştir. İkinci asrın sonlarından itibâren mûsikî, semâ adı altında tasavvufa girmeye başlamış ve İslâm tasavvufunun belli başlı karakteristiği haline gelmiştir. Böylece bütün sûfî ve tarîkat mensupları tarafından benimsenen semâ, insanı Allah’a yaklaştıran ve yükselten dînî bir unsur olarak görülmüştür. Sûfîler, mûsikî (gına) kelimesi yerine özellikle semâ kelimesini kullanarak, o dönemde yaygın olan keyf ve nefs ehli ile karıştırılmaktan sakınmak istemişlerdir.

Sûfîlerin semâ ile “Elest Bezmi” arasında bir münasebet kurmuş olmaları oldukça dikkat çekicidir. Bu görüş, tasavvufta ve muhtelif tarikatlar arasında hızla yayılmıştır. Bu münasebet şu şekilde kurulmuştur: “Elestu bi-Rabbikum?” şeklindeki ilâhî hitâbı keyfiyetsiz ve şekilsiz olarak dinlendikten sonra, o ilâhî hitabı işitmenin zevki kalplerde yer tuttuğundan, Hazret-i Âdem’in yaratılmasından ve zürriyetinin dünyaya gelmesinden sonra, bu gizli sırlar, zuhur eden halden dolayı bir nağme veya güzel bir kelime işittikçe, o eski ahitteki zevkli dinlemenin sebebiyle kalp uçacak hale gelir. Bunlar sevgi ve aşkları ezelden beri Allah için ve Allah ile olan, irfan sahipleridir. (...) Bundan dolayı mûsikîde saklı olan gizli sırları idrak eder ve hazlarını alırlar. Şüphesiz ki “Elest” hitâbını işitmiş olma sırrı, bütün canlıların tabiatında mevcuttur. Onun için her cins kendi tabiatına uygun bir şekilde semâ eder, semâ’dan kendi himmeti nispetinde hisse alır.

Netice itibarıyle mûsikî, Allah’ın (Celle Celâluhu) insana lütfettiği nimetlerden bir nimet, kabiliyetlerden bir kabiliyettir. Yaradan böyle takdir buyurmuştur, ahsen-i takvimde yarattığı insanı böyle sayısız kabiliyetlerle donatmıştır, mûsikî de bu kabiliyetlerden, nimetlerden biridir. Kıymetini bilmek ve hakkını vermek gerekmektedir.

#Mûsikî
#melodi
#Tîn Sûresi
6 yıl önce
İnsan fıtratı mûsikîye ve ritme neden yatkındır?
Binali Yıldırım’ın seçim vaadi, “Uykusuz geceler”
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!