|
48 saatin sosyolojisi

Bazen söz biter, kalem kurur, kâğıt da basit bir rüzgârın hevâsına kapılarak uçup gider. İşte böyle zamanlarda duyduğumuz ve okuduğumuz şeylerin kıymeti daha da artar. Bu durumlarda duyduklarımız duymadıklarımızın; okuduklarımız da yazılamayanların yerine geçer. Eğer idrakimiz açık ise hissiyatımız bize bir ültimatom verir veya Ahmet Cevdet Paşa’nın tercümesi ile “son lakırdı” olur.

Bu girişi niye mi yaptım? Son 48 saati değerlendirmek, anlamlandırmak ve eğer yaşayacaksak aynı tuzağa bir daha düşmemek için yazdım. Birçok kişi gibi ben de sokağa çıkma yasağının gerekliliğine inanıyor ve bekliyordum. Ama Türk toplumunun -sözde- sağduyusuna güvenip yapılan uygulamayı da doğru bulmuyorum. Son bir aydır devletin, hükümetin ve özellikle Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve sağlık ordusunun yaptıklarına karşılık; sokağa çıkma yasağı doğru idare edilememiş ve o fedakar insanların yüküne bir yük daha eklenmiştir.

İşin bir tarafında, kamu yönetimi ve kitle psikolojisini hesap edemeyen uygulayıcılar, diğer tarafında ise dünyanın yaşadığı bunca felaketleri görmezlikten gelerek yaşayacağı 48 saatin konformizmi peşinde koşanlar. Eskilerin dediği gibi, bir musibet bin nasihatten evlâ olabilir. Tabii, ders çıkarılabilirse. Ama bin nasihati atlayıp, musibetten ders bekleyenlerin olduğu bir toplumda; bin kere daha düşünmek gerekmektedir.

Biz neyi tam yapamadık, neyi beceremedik? Sözlü kültürün egemen ve adeta kanun olduğu toplumdan yazılı kanun ve nizamların uygulandığı topluma geçerken neyi kaybettik?

İdrak ve iz’anımızda çökme oldu.

Bireyciliği, kendi halinde kalma, tek başına karar alma olarak anladık.

Düşünmeden ortaya koyduğumuz bireysel davranışı, özgürlük sandık.

Tabii olarak, devlet ve kanun dâhil hiç kimseye, hiçbir talimata uymaz olduk. Toplumumuzu asırlardır var eden sosyal dayanışma kültüründen uzaklaşırken, korkularımızın esiri olduk.

Seksen iki milyondan çeyrek milyonun davranışını bu şekilde genelleştirmemden rahatsız olanlar bir kere daha düşünsünler. Bu gerçekten sadece o gece oburluğunun peşinde olanların davranışı mıdır, yoksa hepimizi temsil eden bir davranış biçimi midir? Şark’ı temsil eden son bilge Aliya’nın şu sözünü bir kere daha hatırlatmak gerekiyor:

“Ben olsan, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere eleştirel düşünme dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu, bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı da budur.”

Evet, kendimizi hakkıyla eleştirecek seviyeye gelmedikçe hiçbir musibetten ders çıkarmamız mümkün değildir. Zaman ve mekân idrakimiz netleşmeyecek, zemin ve şartlara göre davranma kabiliyetimiz gelişmeyecektir. Bu sözler umutsuzluk ifadesi değil, geçmişe ayna, geleceğe ışık tutarken kulağımıza küpe olması ve sonuç alınıncaya kadar tekrarlanması gereken tespitlerdir.

Yazıyı ünlü tarihçimiz, devlet adamımız, hukukçumuz ile açmıştık. Paşa’ya ait bir anekdot ile devam edelim:

Malum Paşa, Tanzimatçıdır. Ama Islahat Fermanı’nı da muzır bulmaktadır. Fakat kaderin bir cilvesi, fermanın hazırlanmasında ve ilanında da yer almıştır. Babıali’de toplanan üst protokol ile yapılan bir törende ferman, Sadrazam Vekili Kıbrıslı Mehmet Paşa huzurunda okunup ilan edilmiştir. Zira Sadrazam Fuad Paşa, aynı gün Avrupa’ya diplomatik bir seyahate çıkmıştı. Bu tür törenlerde eskiden beri dua okutmak adet idi. Hatta törenlerde bu işi yapacak bir de resmi görevli bulundurulurdu. Sadrazam seyahatten önce, müslim ve gayrimüslim temsilcilerinin, haham, piskopos ve yabancıların yer alacağı bu toplantıda duayı gerekli görmemiş ve görevliyi de davet ettirmemişti. Lakin onun vekili bu tedbirden habersiz, törenden sonra dua edelim deyince, görevlinin orada olmadığı anlaşıldı. Şeyhulislam da en arkalarda duran Maarif Nezareti üyelerinden Arif Efendi’ye işaret ederek; “Hadi Arif gel bir dua et” deyince, o da, protokolü, papaz, piskopos ve hahamları yararak öne çıkıp dua etmiştir. Şartlara göre esneklik gösterme kabiliyeti olmayan Arif Efendi, Müslümanlar ile gayrimüslimleri vatandaşlıkta eşitleyen bir fermanın ilanında; duasını, “İslâm ümmetini yaşat, İslâm düşmanlarını da kahreyle yâ Rabbi” diyerek tamamlamıştır.

Cevdet Paşa, Tezakir adlı eserinde, Serasker Rüştü Paşa’nın şu yorumunu da nakletmektedir: “Bir adam gece saat dokuza kadar meşgul olup uzun bir layiha (rapor) kaleme alıp tamamladıktan sonra, üzerine rıh dökeyim derken, yanlışlıkla mürekkep hokkasını döküp bu kadar emeğini hebâ ettiğinde nasıl üzülürse; bu Ferman’ın akabinde bu duanın okunuşu da öyle oldu”

Yeni nesil “rıh” kelimesini bilmez. Rıh, el ile yazılan kitap, yazı ve raporların mürekkebini kurutmak için yazı üzerine dökülen özel bir kumdur. Paşa, gördüğü yersiz davranışı, kum yerine hokkadaki mürekkebin yanlışlıkla yazının üzerine dökülüp mahvedilmesine benzetmektedir. Ben de yazımı yeni neslin ve tabi ki –abur/cubur ya da hiç içmezse bile hayata tutunabilecek şeyleri alma telaşındaki- yaşlıların anlayacağı bir örnekle bitireyim. Saatlerce bilgisayarınızda yazdığınız yazınızı kaydetmeden kapatmanız ya da harddiskinizin çökmesi halinde yaşayacaklarınızın bin beterini Sağlık Bakanı Fahrettin Koca ve sağlık ordumuza yaşattınız.

Allah ıslah etsin.

#Sosyoloji
#Yasak
#Salgın
4 yıl önce
48 saatin sosyolojisi
Türkiye ekseni dünyanın eksenini değiştirecektir
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim