|
DAEŞ olduğunu bilmeden IŞİD’i kurdum…

Okumaya başladığım her romanda aynı şeyi yaşarım, belli bir mesafeyi kat ettikten, olayları birbirine bağladıktan sonra kendime şu soruyu sorarım: Bu romanı sen yazamaz mıydın? Bu kadar kolay olay örgülerini, hiçbir zekâ ışıltısı göstermeyen şu karakterleri ve nihayetinde her gün yanı başımızdan akıp giden insan hikâyelerini sen canlandıramaz mıydın?



Bu inat, belki de bu kıskanç soru demeliyim, öyle hemen peşimi bırakmaz, bütün roman boyu yer bitirir beni.

Yazabilirdin… Nesi var şimdi bu romanın?.. Biraz isim bilgisine sahipsen, nesneleri tanıyorsan, iyi de bir gözlemciysen, konuşma dilini yazarken de kullanabiliyorsan geriye ne kalıyor ki…

Ben bunları kendi kendime söyleyedurayım, en sonunda ne olur, biliyor musunuz?

Bir taraftan okurken, acaba ben bu romanı yazabilir miydim, diye düşünürken, farkında olmadan okuduğum romanın karakterlerinden birine dönüşürüm.

Öyle sıradan bir yerine koyma hadisesi değil benimkisi… Rol çaldığım kişi bütün romanı sırtlayan ana karakter olmasa bile, oralarda dolaşan sıradan birine dahi bambaşka meziyetler yüklerim, şunu yapsaydı bütün hikâye çok farklı mecralara sürüklenecekti, keşke o kararı verebilseydi, gibi beni hiç ilgilendirmeyen gereksiz kavgaların içine girerim.

Belki de bu heyecan beni hayatta cesaretli kılıyordur, yardımcı karaktere bile yeni mintanlar dikebilen biriysem bu işin peşini bırakmamalıyım, hissi hiç başlanmamış bir hikâyeyi, bir gün bütüne dönüştürme hayaliyle can buluyordur bende.

Eğer böbürlendiğimi falan düşünmezseniz, bir olay anlatayım size…

Geçmiş zaman, bir Kurban Bayramı sabahı, bizim köydeyim, daha bayram namazına gitmemişiz, pencerenin üstüne yığılmışım, bahçeye doğru bakıyorum. Annem elinde bakracıyla ahırdan geliyor, sütünü sağmış, fakat yüzü kızarmış böyle, ağlamış gibi bir hal… Gerçi bizim Karadeniz kadınları ahırda dert satar, ne olupbittiyse hayvanına anlatır, konuşur onlarla, rahmetli ananem dedeme diyemediklerini hayvanlarına söyler, sonra da keyifli keyifli ağlardı.

İşte böyle biraz garip gördüm annemi, indim aşağıya, ne oldu, niye ağlıyorsun, dedim.

O adamı astılar, idam ettiler, çok üzüldüm, ona ağlıyorum, dedi.

Yahu kimdir o adam, kim kimi idam etti, deyince…

Iraklı Hüseyin yok muydu, elinde Kur’ân’la mahkemeye geliyordu, en sonunda dün gece asmışlar onu, bayramı göremedi adam, sabahleyin televizyonu açınca söylediler, dedi.

Sarıldım anneme, ağlama boş ver, sütünü süz, namazdan gelince kurban keseceğiz, kahvaltı yapacağız, dedim.

Bayram namazına giderken düşündüm, şimdi bu okuma yazma bilmeyen kadın, Saddam Hüseyin hakkında ne biliyor da, şu bayram sabahı idam edilişine gönül koyuyor, ağlıyor.

Acaba dedim, bizimkilerin “idam ve Menderes” arasında kurdukları onarılmaz yara, her idam haberini bir masumun katli olarak mı canlandırıyorlar gözlerinde, o kadar derinden etkilenmelerinin sebebi bu mu, diye düşündüm.

O zamanlar Aydın’da yaşıyorum, bayram biter bitmez döndüm, Sıla Kitabevi’ne gittim, sevgili dostum Kâzım’a, Irak tarihi, Saddam Hüseyin’in hayat hikâyesi, bölgede yaşanan savaşlar ve bunun gibi konuları içeren bir sürü kitap sipariş ettim.

Kitaplar geldi, iki üç ay aralıksız o kitapları okudum, epey detaylı bilgi sahibi oldum, yaklaşık yüz elli sayfaya yakın not aldım.

Saddam’ın romanını yazacağım, derdim bu, annem ağladığına göre bu herkesi ağlatan bir hikâyeye dönüşebilir, iyi yazarsam mutlaka ses getirir, yola böyle çıkmalıyım, diyorum, düşüncem bu.

Fakat Saddam’dan romantik bir idareci, bilge bir kral çıkaramıyorum, nereden başlarsam başlayayım, Amerikancı bir tetikçiye, Ortadoğu halklarının başına atanmış bir figürana evriliyor mevzu, bir türlü yoluna koyamıyorum.

Sünnilik falan, oradan gideyim, diyorum, olmuyor, adam bildiğin pisikopat…

Makarayı ileri sardım, faili meçhul cinayetlerini, İran’ın üstüne salınışını, Halepçe’yi, SS subaylarının kendi ailelerinden sevgiyle bahsetmesi gibi halkına anlattığı romantik hikâyeleri bir kenara bıraktım ve idamıyla annemi ağlatan birine uygun bir milat belirledim.

Bağdat vuruluyor, Amerikan uçakları, Amerikan milli marşında söylendiği gibi sabaha karşı düşmanlarını yerle bir ediyor, Saddam Hüseyin Bağdat’tan ayrılıyor, Tikrit’e geçiyor, sıradan bir köyde yaşamaya başlıyor, oradaki insanların tamamı Saddam’ı tanıyor, fakat hiç kimse en ufak bir işarete sebep olabilecek yakınlık göstermiyor, sıradan bir hayatın içinde bir lider kamufle ediliyor.

Bu köyden Amerikan işgaline karşı bir örgüt çıkıyor fakat, nihayetinde direniş için bir araya gelen fedailerden bazıları Saddam’ı satıyor, böylece Saddam ihanete uğramış birisi olarak kendisi için dökülen gözyaşlarını hak ediyor.

Bir taraftan yazıyorum, bir taraftan da olayın bütününü kapsayacak çarpıcı bir başlık düşünüyorum… Çöl Tahtı… Kurbanlık Kral… Kum Heykel… Fötründen Asılan Adam gibi başlıklar koyuyorum, siliyorum falan.

En sonunda dedim ki, bu iş Saddam’ı kurtaracak kıvama gelir mi bilmem ama bu bölgeden vahşi bir örgüt çıkacak, bu kadar uzun saltanat, öyle ya da böyle bir kavgayı hak ediyor.

Sonra ne oldu, dersiniz…

Beceremedim, bütün karakterlerini duvara çizdiğim, notlarını yapıştırdığım, finalini acı bir idamla bitirdiğim o romanı yazamadım, eski bir defterde hâlâ duruyor notlar, hem de el yazısıyla.

Yıllar sonra birkaç arkadaşıma bazı bölümlerini okumuştum, bizim Koray Şerbetçi’nin başını az ağrıtmadım Kırklareli’deki istasyon parkında.

Bitmemiş romanımın bir kısmını dinleyenler şunu dediler: Yahu bu örgüt IŞİD değil mi, sanki onları tarif etmişsin…

Etmişim de, bitirmiş miyim romanı, hani okumaya başladığım her romanda, bunu ben yazabilirdim, haylazlığıyla kendi kendime hava yapmaktan vakit bulup da bitirebilmiş miyim?..

Nerdeeee…

Her zaman olduğu gibi hayal ettiğim bir romanın hikâyesi gerçek olmuş, ben ise karakter oluvermişim çoktan.

Güzel bir gün diliyorum herkese…

#Roman
#İdam
#Adnan Menderes
#Saddam
#Bağdat
5 yıl önce
DAEŞ olduğunu bilmeden IŞİD’i kurdum…
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’