|
Edebiyat ve kurşun

Nobel edebiyat ödüllerini iki kutuplu dünyanın çöktüğü yılları temel alarak değerlendirdiğimizde herhâlde ufuk açıcı sonuçlara ulaşabiliriz. Edward Said’in yöntemini takip ederek edebiyat, sömürge ilişkileri, tanımlama ve yönetim gibi düşünce dünyamızı belirleyen alanları yeniden ele almamız Nobel Edebiyat Ödülü gibi küresel kurumları daha iyi anlamamızı sağlar.

İki kutuplu dünyanın çökmeye yüz tuttuğu yıllarda ilk defa İslam dünyasından bir edebiyatçıya ödül verilmişti. O zamana kadar Batı’nın ötekisi Sovyetler olduğu için Nobel edebiyat ödüllerinin belirlenmesinde İslam dünyası dikkate alınmazdı. Sovyetler’in yıkılacağı anlaşılınca, Batı’nın ötekisi olan Doğu yıkılmış olacaktı. Artık Batı’nın hedefinde yeni bir düşman Doğu vardı. Necip Mahfuz, Batı için yeni düşman Doğu ile sorunları olan bir edebiyatçıydı ve ait olduğu dünyaya Batı’nın gözü ile bakabiliyordu. Aynı yılda başka kurumlar tarafından Selman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri adlı kitabının ödüllendirilmesi de edebiyatın İslam dünyasına yönelik hesaplanmış bir silaha dönüştüğünü gösteriyordu.

Şeytan Ayetleri ile açılan uğursuz kapıdan geçen yazarlar ve eserleri birbirini takip etti. Çok kısa bir zaman öncesine kadar İslam’ın özellikle Batı dünyasında hızla yayıldığına dair haberler okuyorduk. Fransa’da Müslüman kadınlara yönelik sınırlamaların getirildiği yıllarda İslam’ın temel değerlerine yönelik planlı saldırıların başlaması oldukça dikkat çekiciydi. Sovyetler’in yıkılmasıyla birlikte Doğu ve Batı ilişkileri kısa bir zaman içinde çok köklü değişikliklere uğradı.

Necip Mahfuz ile Orhan Pamuk arasında benzer ve farklı yönler üzerinde durmak soğuk savaş ve sonrasını anlamak bakımından önemli olabilir. Her ikisini de Batı dışından edebiyatçıların Batı ile ilişkileri bağlamında ele alabiliriz. Bu karşılaştırma postkolonyal dönem ile yeni sömürgecilik dönemi arasındaki benzer ve farklı yönleri de tespit etmemize imkân verir. Necip Mahfuz, kendi toplumunun kültürel değerlerine eleştirel bir yaklaşım sergilerken Orhan Pamuk’un Türkiye’ye yönelik katliam suçlamaları ile gündeme gelmesi iki dönem arasındaki farka mı işarettir yoksa anlamlı bir devamlılık mı söz konusudur? İslam’ın kültürel cazibesi söndürülürken yönetim bağlamında da klasik oryantal despotizmin nefrete müstahak imajı yeniden canlandırıldı. Doğu, bildiğiniz Doğu’dur mesajı tekrar tekrar üretildi.

Peter Handke’nin Avusturyalı bir yazar olması ayrı bir konu olmakla birlikte Nobel Edebiyat Ödülü’nün Srebrenitsa soykırımını kabul etmeyen bir edebiyatçıya verilmesi Mahfuz ve Pamuk ile oluşturulan devamlılığın yeni bir halkası olarak görülebilir. Edebiyatın Müslüman dünyaya yönelik bir silah olarak kullanıldığını düşündürtecek kadar ileri bir adım söz konudur. Ne yazık ki edebiyat kirli bir siyasetin silahı hâline getirilmiştir. 1988’den sonraki kısa zamanda inanılması çok zor kötülükler üretildi. Batı, ürettiği kötülükleri planlı bir şekilde bütün dünyaya saçtı.

Bosna’da yaşanan soykırım bir başlangıçtı. Irak’ın işgaliyle birlikte İslam dünyasına yönelik planlı bir yaklaşım ortaya çıktı. Kraliyet Akademisi’nin seçiminin bir karikatür dergisinde olduğu gibi düşünce özgürlüğü ile izah edilmesi de mümkün değildir. İsveç’in devlet politikasına da işaret edebilecek bu ödülün bütün Avrupa açısından sembolik değerden daha fazla anlamı olmalı. Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddeden Jean Paul Sartre, Fransa’nın Cezayir’de işlediği suçları eleştirmekle bir bakıma Avrupalı aydınların entelektüel namusunu da kurtarmıştı. İsveç Kraliyet Akademisi’nin bugünkü kararına itiraz etmek Türkiye’nin ve Müslüman ülkelerin üzerine kalmamalıydı. Bunun açık bir ötekileştirme içerdiğini, edebiyatın planlı bir şekilde Müslüman dünyaya yönelik bir silaha dönüştüğünü ve ödüllerin de kurşun olarak kullanıldığını Batılı edebiyatçıların, düşünürlerin, siyasîlerin görmesi gerekir.

1988’lerde başlayan sürecin planlı bir şekilde devam ettirildiğini söyleyebiliriz. Bugün Batı dünyasında sıradan Müslümanlara yönelik saldırılar ürkütücü boyutlara ulaştı. Yeni Zelanda’da bir camide yaşanan büyük katliam, Avrupa’nın farklı şehirlerinde özellikle başörtülülere yönelik saldırılar, dinî değerleri aşağılamakta bir sakınca görmeyen siyasîler, Kur’an’ı aleni olarak yakmaya çalışanlar bütün dünya için “Batı sorunu”dur. Bunlar çok tehlikeli adımlardır. Nobel Edebiyat Ödülü örneğinde olduğu gibi İslam dünyasına yönelik ötekileştirici söylemlerin ödüllendirilmesi, kötülüğün devlet düzeyinde işlenmesi “Batı sorunu”nun ulaştığı boyutları gösterir.

#Nobel Edebiyat Ödülü
#Edward Said
#Yeni Zelanda
#Kraliyet Akademisi
#İslam
4 yıl önce
Edebiyat ve kurşun
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset