|
Egemenlik

Yunanistan Dışişleri Bakanı Dendias’ın Türkiye ziyâreti tam bir skandalla sona erdi. Dendias, ziyâretin meslektaşı Çavuşoğlu ile yaptığı basın açıklaması kısmında kelimenin tam anlamıyla çizgi dışına çıktı. Türkiye’yi suçlayan ileri geri bir konuşma yaptı. Tabiî ki gereken cevâbı aldı. Burada Türk-Yunan ilişkilerini ele almaya niyetli değilim. Bu hâdise bana devletlerin varoluş sebebi olarak bilinen “egemenlik” kavramını bir daha düşündürdü.

Aslında târihsel olarak bakıldığında egemenlik kavramı , daha kadim karşılığıyla “hükümrânlık” olarak uzun asırlar boyunca tek başına “devletlerin” iddiası olarak kalmıştır. Bu, içeride teb’aya, dışarıda ise başka devletlere karşı kullanılan bir işlev görmüştür. Modern dünyâda yaşanan ve ulusları doğuran gelişmelerin ise egemenlik kavramını tartışmalı hâle getirdiğini biliyoruz. Egemenlik kimin olacaktır? Soru budur. Uluslar, bu kavramın tek başına devletlerin sâhip olmasına îtiraz etmiş, onu kendisi sâhiplenmek istemişlerdir. Avrupa’da kavga çok çetin geçmiş ve “ulusların zâferi” ile nihayetlenmiştir. Neticeten, devletlerin mutlak egemenlik hakkını ulus karşısında kaybettiği vurgulanır. Kurucu yasalar, egemenliğin devletten ulusa geçişini kesinleyen metinlerdir. Ama benim şahsî değerlendirmeme göre bu her yerde eşit ve tıpkı basım olarak hayâta geçmiş değildir. Kurucu yasa metinlerini, hârika bir üslupla yazılmış olsalar da , egemenliğin ulusa devri olarak değerlendirmem. Hele hele “bilâ kayd-ü şart “ ilkesinin, dünyânın hiçbir yerinde sağlanmış olduğunu düşünmem. Elbette uluslar ve onu oluşturan yurttaşların, birer baskı aygıtı olan devletler karşısında hak ve özgürlük kazanımları olmuştur. Yasama ve yürütmenin meşrûiyeti istikâmetinde ulusun hakemliği çok mühimdir. Ama benim gördüğüm, halâ bürokratik seçkinlerin siyâset yapımına büyük ölçüde hâkim olduklarıdır. Gâliba modern siyâsal durumlar, egemenliğin kayıtsız şartsız ulusa ait olduğu “yanılsamasının“ yaşandığı durumlardır. Egemenliğin pratik süreçlerinde, bâzı mecbûriyetler işâret edilerek başvurulan temsilî siyâsetlerin yaygınlığı bunun başat göstergesidir. Bunun böyle olması da tabiî görülmelidir. Siyâset yapımının karmaşık dünyâsı devletlerin kaybettiği varsayılan egemenliğin yeniden ele geçirmesine işâret eder. Doğrusu, “ulus devlet” bileşimini de, daha çok “devlet ulus” şeklinde anlamam da bu sebeptendir.

Modern dünyâ siyâsal coğrafyası egemen devlet uluslarla yüklüdür. Bunu bir aynılık olarak değerlendirmek de başka bir yanılsamaya işâret eder. Daha açık bir sûrette koymam icap ederse, zâten “devletli” olunan bir târih üzerine “devlet ulus” dönüşümünü sağlamak başka bir şeydir; sonradan devlet kurmak başka bir şey. Şu farkı dâima gözetmek gerekiyor: Türklerin bu coğrafyadaki devlet geleneği, Selçukîlerden Osmânîlere 1000 seneyi mütecâviz bir zaman aralığına oturur. Evet coğrâfî olarak küçülmüş; ama asla kesintiye uğramamıştır. Dağılma süreçlerinde ortaya çıkan “devletlerin” ise mâzileri 100-200 senelik dar bir aralığa karşılık gelir. Osmanlı imparatorluğunun bakiyesi olan nevzuhur onlarca devlet, aslında bir “devlet görgüsüzlüğü” üzerinde temellenmiştir. Evet, kâğıt üzerinde “egemen” ve “bağımsız” devletlerdir; ama kurumsallaşmaları alabildiğine zayıftır. Araplarda olduğu gibi kimi yerlerde “devlet-parti”, “devlet-ordu” özdeşliği geçerlidir. Bu yapıların ne kadar kırılgan olduğunu mâhut Arap Baharı’ında gördük. Balkanlar’da ise veri devletlerin daha çok modern kabilecilikler ve kan dâvâlarının taşıyıcı olmaları onların kurumsallığını sorgulatan bir mâhiyettedir. Türkiye’de, evet tek parti devri yaşanmıştır. Ama CHP, bir devlet partisi olmakla berâber asla devletin kendisi olmamıştır. Devlet aklı özerkliğini korumaktadır. Nitekim II.Genel Savaş sonrası çok partili hayâta geçmek karârı bir “devlet karârıdır” ve CHP’yi de iktidârından etmiştir. İktidâra gelen partilerin en yaygın yanılgısı da , bu sûretle devlete de hâkim olacaklarını zannetmeleridir.

Devletin, egemenliğin taşıyıcısı olarak bu özerk yapısının içini dolduran kültür paternalizmden başkası değildir. En keskin muhalefetler bile, nihâi tahlilde babasına isyân eden çocuklardır.

Burada “devlet-ordu” özdeşliği de kurulamaz. Askerî îdârelerin, içlerinde bunu çok isteyenler olsa da, ilânihâye iktidârda kaldığına rastlanmaz. Hepsi daha ilk günden îtibâren, “işlerini gördükten sonra” -daha çok da berbat ederler-gideceklerini beyân ederler. Çünkü İttihatçılardan bu yana iyi bilinir ki devlet idâresi askerlerin başaracağı bir iş değildir. Hâsılı en cuntacı kafa bile, devleti Idâre etmenin askerî kaabiliyet ve kapasitenin çok dışında olduğunu zihninin bir yerinde bilir.

Elbette devletin güçlü “özerkliği” meselesinin doğurduğu çok sayıda toplumsal mesele de vardır. Bunlar ayrıca tartışılabilir ve tartışılmaktadır da. Ama şu iyi bilinmelidir ki, Türkiye Cumhûriyeti Devleti bu coğrafyada, kısmen İran hâriç, başka hiçbir devlete benzemez. Patriyarkal, paternalist, patrimonyal ilişkiler devâm ettiği müddetçe varlığını idâme ettirir. Dünyâya bakışı ve diğerleriyle kurduğu ilişkiler de buna göre şekillenir. Sâdece bu kadar mı? Eski teb’a, yeni ulusların onunla kurduğu ilişkiler de aynı koda oturur. Dendias Ankara’ya gelirken, reddettiği babasını ziyârete gelen isyânkâr, şımarık bir çocuk hâlet-i rûhiyesindedir. Çavuşoğlu’nu eşiti, meslektaşı gibi görmez, göremez.. Bütün yapacağı şımarıklığını sergileyerek, varlık aramaktır. Taşkınlık yapıp çizgi dışına çıkmak, aslında, bunu yapanın çizgiye ne kadar mahkûm olduğuna delâlet etmez mi?

#Yunanistan
#Ordu
#Türkiye
#Devlet
#Nikos Dendias
3 yıl önce
Egemenlik
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’