|
Görmenin terbiyesinden sözün terbiyesine

Her sanatın kendisine mahsus bir hikâyesinin oluşundan hareketle, yeni şer’î zihniyetten doğan yeni sanatın da, kendisinden önceki ilgili hikayeleri kendi içine çekerek, onları kendi zihniyetine göre yeniden yoğurmak suretiyle kendi yepyenisini ürettiğini tekrar ifade etmeliyiz.

Bu manada yeniden yoğurmanın yöntemi, yeni şeriatın söz konusu hikâyelerin bir kısmını teyit ile tekit, bir kısmını tashih, bir kısmını da iptal etmesinden ibarettir.

Örneğin, Hz. Ömer’in Kudüs’ün anahtarlarını teslim aldıktan sonra, Mirac-ı Müşerrefe Kayası’na gitmesi, üstünü örten çöplüğü temizleterek onu açığa çıkarması ve buraya çatma bir mescit yaptırarak, daha iyi bir mescidin inşasını vasiyet etmesi gerçekte bir kısmıyla unutulmuş, bir kısmıyla da tahrif edilmiş bir hikâye dizisini, şârî’nin verdiği bilgiye göre güncellemesidir.

Buna göre, hafızalara doğrulanmış olarak yeniden sunulan hikâye, Hz. Adem ile oğlu Hz. Şit’in bu beldeyi ziyaret eden ilk peygamberler oluşlarına, Hz. İbrahim’in el-Halil’e yerleşmesine, Hz. İsmail ile Hz. İshak’ın doğmalarına, Hz. Lut’un kavminin helâkına, Hz. Musa’nın Mişkan’ına, Hz. Davud’un Câlût’u ödürmesine ve demir nimetine mazhar bir kral olmasına, Hz. Süleyman’ın yeryüzünün tasarrufu konusunda -kuşlarla konuşması dahil- en geniş imkanlarla donatılmasına, Mirâc-ı Nebî’ye, Hz. Ömer’in sulh yoluyla fethi için Kudüs’ü teşrifine, Mirac-ı Müşerrefe Kayası’nı bulmasına, ilk mescidin ve ardından Kubbetü’s-Sahra’nın inşa edilmesine... dair geçmiş zamanın ve tarihin tamamını, zikrettiğimiz yoğurma yöntemiyle ihata eder.

Görünenin daima bir şeyin hakikati, bilinenin ve dil yoluyla dile getirilenin de daima bir şeyin bilgisinin hakikati olduğunu hatırlatarak, burada en geniş anlamıyla kullandığımız hikâyenin de son tahlilde, kadim zamanda beri olup bitenlerin ve olacak olanların yeni şeriatla birlikte Teâlâ olma farkını yüklenen Allah’ın yaratışına ve hükmüne ait olduğunu, dolayısıyla görülen ve bilinen her şeyin Teâlâ olan Allah’ı zikretmekten, O’nu layıkıyla yüceltmekten ve O’na yakışan bir dil içinde O’nun zikrini süreklileştirmekten başka bir şey olmadığını belirtmek durumundayız. Çünkü zikir, en geniş anlamıyla dil ile mümkündür ve görme de ancak insan tarafından tanımlanmak suretiyle zuhura getirmenin bir tarzı olarak dile dahildir.

Hz. Hızır’ın, adı ve fiilleri yönünden yeşille ilişkilendirilmesinin, bunun İslam’ın Kubbetü’s-Sahra’daki ilk sanat programına hakiki bir hikaye olarak sözle bir meşruiyet kazandırmasının nedenlerini de burada aramak gerekir. Çünkü onun hikâyesi şârî tarafından bildirilmiş, hiçbir devirde sıradanlaşmayan, müminleri görmenin terbiyesinden sözün / dilin terbiyesine eriştiren bir hikâyedir. Kalpleri Allah Teâlâ’nın zikrine açması (el-feth) bakımından biricikliğiyle hiç bir senteze, eklentiye muhtaç olmayacak kadar İslam’a aittir.

Tarihselcilik tuzağına düşmemek için, Hz. Hızır’a ilişkin en eski kayıtları bulmaktan ve incelemekten kaçınmalıyız. Bu bakımdan, ona dair şiir formunda yazılmış son hikâyeyi esas alarak, bu bahsi biraz daha açabiliriz:

Sanat Bizim Neyimize adlı çalışmamızda yer aldığı şekilde, Sezai Karakoç’un Hızırla Kırk Saat adlı şiirinde (1967) Hz. Hızır şu imgelerle verilir:

1.Yarasalar tanır onu. Anılarını kağıda değil taşa, kayaya ve su çizgisine yazar. Eski ölülerin kemiğini fosforlar. Yaşlı bir adamın şapkasını düşürerek, karpuz kopararak, dağdan taş yuvarlayarak eğlenir ve dolayısıyla çocukluğunu sürekli içinde taşır. Irmakta yıkanır. Ölümsüz çamaşırlar giyinir. Çivi yazısıyla yazılmış taşa oturur. Yerine gözcü bırakmak için ayın doğuşunu bekler. Taşları hatıra yazılamayacak kadar kararmış bulur.

2.Yeşil sarıklı ulu hocalar ona insan hallerindeki değişmeyi öğretmemiştir. Mermer putları devirmeyi “kardeşi” İbrahim’den öğrenmiştir. Atları cana yakın bulur.

3.Doğuran kadınlar tarafından anılır. Uluların ona öğretmediklerini o zamandan, damıtılmış petrolden, yavrusunu arayan deveden, hapsedilmiş yarı yanık sancaklardan, yakılmış taş kemerlerden, harap köprülerden öğrenmiş, öğrendiklerini de yarılmış aydedeye, delikanlı ateşlere, umutsuz bekarlara, kundaktaki çocuklara, fundalara ve keçi yollarına öğretmiştir.

4.Kölelere iyiliği eriştirendir. Kötülere iyilik ederek kötülük edendir. Omuzları birbirlerine dayalı olarak namaz kılan Müslümanların arasından geçtiği halde fark edilmeyendir. Hutbede imamın sözlerinin arasına eklediği tek kelimeyle idrak sahiplerini irkiltir.

Nasipse sonraki yazımızda devam edelim inşallah.

#Câlût
#Hz. Davut
#Tarihselcilik
3 yıl önce
Görmenin terbiyesinden sözün terbiyesine
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı