|
İnsansız, kalpsiz ve ruhsuz bir dünyaya “hayır!” diyecek sadece biziz ama biz yokuz…

Aşı dayatmasının toplumda sosyal ve siyasî travmalara yol açacağını, aşının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da söylediği gibi gönüllü olması gerektiğini daha önce yazmış ve tartışmıştım. Bu konuda ülkemizin yöneticilerinin toplumda dalga dalga büyüyen aşı dayatması rahatsızlığının ülkeyi kaosa sürükleme istidadı taşıdığını bir kez daha hatırlatarak bendeniz bu yazıda da yaşadığımız felâketi daha uzun soluklu, daha köklü ve felsefî temellerine inerek okumaya çalışacağım…

BAŞKALARINI CEHENNEM OLARAK GÖRMEK!

“Başkaları cehennemdir,” demişti Sartre. Bu tespitiyle, Batı uygarlığının başkalarını cehennem olarak gördüğüne dikkat çekmek istemişti Fransız üstad.

Bir uygarlık düşünün… Kendisini başkası üzerinden tanımlıyor. Ne olduğunu değil de, ne olmadığını öncelikle vurgulayan bir uygarlık, aslında ne olduğunu bilmeyen bir “şey” demektir.

Evet, “şey”dir sadece ve her şeyi şeyleştirmekten çekinmeyecektir.

Bu yazıda işte bu şeyleştirme hikâyesinin bir tablosunu çizeceğim…

Kendisini başkası üzerinden tanımlayan bir uygarlık, kalpsiz demektir; ruhu öldürecek, hâkim olduğu her yeri ruhsuzlaştıracak demektir.

UYGARLIKLARIN ŞİŞKİN EGOLARI VARDIR, MEDENİYETLERİN İSE KALPLERİ VE RUHLARI…

Uygarlıkların şişkin, şımarık, kibirli egoları vardır ama kalpleri yoktur. Oysa medeniyetlerin kalpleri vardır her şeyden önce. Kalpleri ve ruhları.

Uygarlık ile medeniyet bu kadar ayrı kavramlar ve hatta ayrı dünyalar mıdır?

Elbette.

Uygarlık, araçları kutsar, amaçları yok sayar. Sonuçta amaçlarını yitirir ve araçların kölesi hâline gelir. Her şeye hâkim olma güdüsü, insanı güder. Hâkim olduğu şeyin mahkûmu yapar insanı.

Araçların kutsandığı yerde, insanın kalbi yoktur, taşlaşmıştır. Ruhunu yitirmiş, canavarlaşmıştır.

O yüzden Batı uygarlığında insan yoktur, nizam vardır.

İslâm medeniyetinde ise önce insan vardır, sonra nizam varkılınır.

İnsanın olmadığı, varolamadığı yerde, kalp durur, vicdan yok olur, ruh çekilir oradan ve sırra kadem basar…

Başka türlüsü tuhaf olurdu zaten: Başkalarını barbar olarak, düşman olarak, en kötü, kötülerin kötüsü, canavar birer öteki olarak gören bir uygarlık, elbette ki, bütün sınırlarına duvar örecekti. Bütün sınırlarını dünyaya kapatacaktı böylelikle.

ETİK İLE AHLÂK ARASINDA DAĞLAR KADAR FARK VARDIR

Bütün bunları başarabilmek için de, güçlü, ruhsuz, mekanik bir nizam kuracaktı, her şeyden önce.

Önce insan değil, önce nizam, diyecekti. Etik, bunu gerektirirdi çünkü.

Yani?

Yani’si şu: Etik ile ahlâk arasında dağlar kadar fark vardır. Etiğin hâkim olduğu bir yerde, ruhsuzluğun, ruhsuz kuralların hükümfermâ olduğunu söyleyebiliriz. Ahlâk’ın hâkim olduğu bir yerde ise, insan vardır; aklıyla, kalbiyle ve ruhuyla insan.

Etiğin kaynağı, ilâhî bir kaynak değildir. Etik, seküler âhlaktır, sekülerleştirilmiş ahlâk: Sadece ruhsuz kurallar yığınıdır, o yüzden yığınları hizaya sokmaya yarar.

Ahlâk’ın kaynağı, Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) bizatihî kendisi olduğu için, Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmak, dolayısıyla önce insanın, önce vicdanın, önce kalbin ve ruhun sözkonusu edilmesi esastır.

CEHENNEMDE BİR MEVSİME HOŞ GELDİNİZ…

Kendisini canavar üzerinden, kötü üzerinden tanımlayan, başkasını canavar, barbar olarak gören bir uygarlığın insana / başkasına vereceği şey nedir?

Cehennem.

Üç veya dört asırlık Batı hâkimiyetinin insanlığa yaşattığı şey tam da budur: Cehennem.

Batı uygarlığının kilisesi, bilimi kutsayan teknoloji; rahipleri, bilim adamları; tanrısı da, şiddettir.

Şiddetin tanrılaştırıldığı bir uygarlık, dünyayı cehenneme çevirmeyecekti de, ne yapacaktı ki!

Cennet’i ancak rüyasında görebilirdi, ancak hayal edebilirdi…

Ama hayalleri hayaletlere dönüşürdü her zaman; dönüşmüştü de nitekim, yerküre üzerinde hâkim olduğu son dört asırlık hükümranlığı zarfında…

Bunları niçin yazıyorum peki?

Yaşadıklarımızı anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak için.

Dünya, Fransız şairin cehennemde bir mevsim olarak tarif ettiği, Sanayi Devrimi’nin her şeyi alt üst ettiği, bütün değerleri değersizleştirdiği, insanı sömürdüğü, köleleştirdiği, makinelerin kölesi hâline getirdiği, bir dilim ekmek için insan haysiyetini yerlere serdiği 19. yüzyıl Paris’ini veya Londra’sını yaşıyor…

Daha da vahimini hatta!

İNSANSIZ, KALPSİZ VE RUHSUZ BİR DÜNYAYA DOĞRU…

Sanayi devrimlerinin yol açtığı sosyolojik sorunları, sınıf çatışmalarını, ekonomik özgürlük ve eşitlik sorunlarını nasıl halledeceğini az çok biliyor, bunun yollarını buluyordu.

Oysa şimdi yaşadığımız bütün insanlığın korona hapishanesine tıkılmasına yol açan cehennemden çıkışın yolunu da, yöntemini de bilemiyor dünya.

Cevap bekleyen ve gittikçe çetinlerden, çetrefilleşen sorular, sorunlar var…

İnsanlığın genleriyle mi oynanıyor?

İnsan türünü dönüştürecek, insandan daha zeki ve üretken ama insan ürünü mekanik varlıkların insanın tahtına yerleşmesinin normal karşılanacağı, insanın makinanın kölesine dönüşeceği insansız, insansız olduğu için de kalpsiz, ruhsuz bir dünyanın eşiğine mi sürükleniyoruz acaba?

İnsansız, kalpsiz ve ruhsuz bir dünyaya hayır diyecek sadece biziz ama biz yokuz ama iyi hazırlanırsak, öncü kuşakları hazırlayabilirsek, biz gelebiliriz yeniden… tutar kaldırırız insanlığı düştüğü yerden biiznillah…

#Recep Tayyip Erdoğan
#Sartre
#İslâm
#Hâlık
#Sanayi Devrimi
3 yıl önce
İnsansız, kalpsiz ve ruhsuz bir dünyaya “hayır!” diyecek sadece biziz ama biz yokuz…
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset