|
Ligler karışıyor

Kendisine entelektüel bir hayât inşâ etmek azim ve kararlılığında bir yeni yetme olduğum zamanlarda, etrâfımda “kalkınma” ve “sanayileşme” meselelerinde yol teklif eden çok sayıda 68’li “büyükler”; abiler ve ablalar vardı. Aslında yol belliydi: Devlet ağırlıklı bir sanayileşme. İdeolojik kavgalarda “yol”un kendisinden çok, o yolda nasıl yürüneceği tartışılıyordu. Sosyalistler, Ülkücü-milliyetçiler ve Akıncı-İslâmcılarda reçeteden geçilmiyordu. Posterler de üç aşağı,beş yukarı birbirine benziyordu. Fabrika bacaları, makina dişlileri, bereketli tarlalar, traktörler… Bir defâsında sosyalist idealler hususunda vaaz veren bir ODTÜ’lü abiye dayanamadım ve sordum: “Pekalâ abi, tamam sosyalist metodlarla üretimi arttıracağız da; neticede bu ürünler ne olacak?” Kızgın nazarlarla baktı ve şöyle dedi: ”Dışarıya satacağız.” Şeytan bir kere dürtmüştü. Bir soru daha sordum: ”Peki abi; kazandığımız paraları ne yapacağız?” Rahatladı: “Ne mi yapacağız; yeni fabrikalar kuracağız.” Ülkücü bir abinin kahvede tespih sallayarak vakit geçiren gençlerin yanına gelip, “niye böyle boş boş oturuyorsunuz? 9 Işık’ı okusanıza..Meselâ ülkücü istihsâl tarzını öğrenin, tartışın“ nasihatinde bulunduğunu; en kapalı grup olan Akıncıların toplanıp, Erbakan Hoca’nın “tank, top, fabrika“ yüklü kalkınma stratejisini konuştukları içtimâları da hatırlıyorum. Ama benim naive sorumun cevâbı yoktu. Ürünlere ne olacaktı? Onları kim tüketecekti? Bu hususta sanki, gizli bir sansür, bir omerta işliyordu.

Sümerbank basması giyen, saçları iki yana örgülü, nezleli bir sesle konuşan Hülya Koçyiğit’i seviyorduk. Sarıya boyalı saçları, ağızlıklı sigarası ve şuh makyajıyla Neriman Köksal’ı değil. Arkadaş filmindeki Melike Demirağ, Hülyâ Koçyiğit’in okumuş orta sınıf karşılığıydı. Aradaki fark; Melike Demirağ’ın basit bir etek veyâ pantolon giymesi; koltuğunun altına Maksim Gorki’nin Ana kitabını veyâ Cumhuriyet Gazetesini sıkıştırmasıydı..

Zenginliğini dağıtan fakir babası Hulûsî Kentmen’i seviyorduk; onu şeytânî şekillerde kullanan Âtıf Kaptan’ı değil. Sâdece infâk etmek için zengin olunabilirdi. Yoz, ahlâk düşkünü,millî ve mânevî değerleri örselenmiş veyâ “burjuva âdetlerine batmış”, hasarlı zenginleri sevmezdik. Zenginlik saklanmalı, bastırılmalıydı. Zenginliğini fâş edenler lânetlenirdi.

1980’li senelerden başlayarak tam tersi bir kutba savrulduk. Turgut Özal’dı, “Ben zenginleri severim” diyen. Plutokrasinin üzerindeki kara bulutlar dağılıyordu. Bunu piyanolu taverna müzikleriyle , Hafif Türk San’at mûsıkileriyle kutladık. Piyanoda İdil Biret değildi çalan.. Cengiz Kurtoğlu, Arif Susam, Ümit Pesen gibi halk çocuklarıydı.

Gerisi geldi. Uzatmaya gerek yok. Bugün fâş edilmemiş, başkalarının gözüne sokulmayan zenginlikler artık bir grotesktir. Türkiye’de insanlar sessiz ve derin bir savaşın yılmaz askerleridir. “Onlarda var, bende de olmalı” sâikiyle insanlardır yeni vatandaşlık kültürünün erleri. Üretim endişelerinin yerini katıksız tüketim endişeleri almış vaziyette. Bu tüketim savaşı, kültürel alt yapılara göre değişiyor. Yâni tüketim liglerinde oynuyoruz. “Rafine” insanlar tüketimi kültürelleştiriyor veyâ tersinden kültürü tüketimsel kılıyor. Turizm, doğa mâceraları, rustisizm, gusto, minimalist zevkler vb bu ligin kodları. Bu dünyânın kendisine has ve hâlâ çalışılmamış yeni bir tür muhafazakârlığı olduğunu da zannediyorum. Asla taşkın değiller ve fazlaca kamusal profil vermeyi sevmiyorlar. Bu ligin takımları beyaz yakalılar. Antrenörlüklerini Nasuh Mahruki, felsefesini de Mandıra filozofu yapıyor. İkinci Lig’de ise “parvenular” var. Mankenler, topçular, popçular, müteahhitler, tefeciler, acentacılar vb burada boy gösteriyor. En taşkın lig de bu. Dizilerdeki bağırışlar, çağırışlar onları yansıtıyor. Sıkıntıları asla Birinci Lig’e yükselme şanslarının maddî olarak olmaması. Santrifüje geçtikleri Yeni Köylücü hareket sanki bir çıkış yolu olarak görünüyor onlara.. Ama olmadığını da görüyorlar.. Birinci Lig minimalizme evrilirken, İkinci Lig alabildiğine maksimalist kalıyor. Üçüncü Lig ise yeni orta sınıflar, kentsel dönüşümün özneleri… Var gayret yükselmek için, düşe kalka uğraşıyorlar. Birinci Lig’i yabancılıyorlar. Pek hoşlandıkları da söylemez. Daha çok İkinci Lig onların rol modellerini oluşturuyor.

Corona salgını herkesi evine kapatarak tuhaf bir eşitlik havası doğurdu. Bu iklimin aksülameli her ligde farklı olacaktır. Birinci Lig bunu bir fırsata çevirip, 3D teknolojisi üzerinden minimalist tasarımlarını geliştirmenin yollarını aramaya başladı bile. Zaten içe kapandıkları ve İkinci Lig’in hâkimiyet sahası olarak gördükleri kamusal mekânları terk ettikleri için dertleri yok. Sıkıntı İkinci ve Üçüncü Liglerde. Evet, ekonomik olarak kaybediyorlar; herkes bunu görüp söyleyebilir. Söylüyor da. Ama, meselenin ekonomik boyutunun daha çok Üçüncü Lig için baskın olduğunu; İkinci Lig’i tehdit etse de onların daha beter bir derdi olduğunu düşünüyorum: Can sıkıntısı.. Tüketim kamusallığından edilmiş olmak en çok onları vuruyor.. Yatışmak bir yana, her gün biraz daha artan can sıkıntısı. 19. Asır histeria’nın, 20. Asır paranoid şizofreninin asırlarıydı. 21. Asır hangi psikopatolojinin asrı olacak acep?

#Paranoid
#Lig
#Tüketim
4 yıl önce
Ligler karışıyor
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi