|
Meşhur bir edebiyatçımızın kaleminden Taksim Camii

Ünlü edebiyatçılarımızın İstanbul’un tarihi camileri hakkında kaleme aldıkları güzel şiirler ve ilgi çekici makaleler, erbabı tarafından zevkle okunuyor. Mesela, Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiiri, bu tarihi mabedin güzelliklerini dile getirmesi itibariyle tam bir edebiyat şaheseridir.

Keza Mehmed Âkif’in Fatih Camii’ni tasvir eden o harika şiiri de tam bir edebiyat anıtı olarak karşımız çıkıyor. Yine Rıza Tevfik’in “Harap Mabed” ismiyle neşrettiği şiir, dört dörtlük bir teessüfnâmedir. Hecenin en başarılı şairlerinden kabul edilen Rıza Tevfik, bu şiiriyle Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin bir zamanlar nasıl perişan ve sahipsiz bir halde bırakıldığını anlatıyor ve okuyanlara göz yaşı döktürüyor.

Ayrıca bu konuda kaleme alınmış öyle makaleler var ki, onlar da cami medeniyetinden bahseden harika örnekler olarak arz-ı endam ediyor. İşte bunlardan biri meşhur edebiyat tarihçimiz Nihat Sami Banarlı’nın 18.11.1950 tarihli Hürriyet’te “Taksim Camii” başlığıyla yayımladığı yazıdır. Bundan tam 71 yıl önce neşredilen bu makaleyi tam bir ibret tablosu olarak takdim ediyorum.

Nihat Sami Bey diyor ki:

“İstanbul’un Şişli bölgesinde zarif bir cami yükselterek, şerefli kubbeler şehrinin bu çevresine bizim milliyetimizden yeni ve asil bir renk vermeye muvaffak olan ‘Kurucu Heyet’in muhterem şahsiyetlerinden biri, bana güzel bir haber sundu: Çok güç, çok müşkül bir mesele olduğunu pek iyi bildikleri halde, aynı azimli heyetin aklından şehrimizin Taksim bölgesine de, bu semtin maddi-manevi çehresine yakışan bir cami kurabilmek tasavvuru geçiyormuş.

Kısa zamanda çok iyi görülmüş ki, Şişli Camii, şehrin köşesine yalnız Müslüman Türk ruhundan yankılanmış canlı bir manzara vermek; bulunduğu yeri birden bire fevkalâde güzelleştiren milli-dini bir âbide olmakla kalmamış… Hele Müslümanlığın bazı sayılı günlerinde bu camiye koşan ahaliye az olmuş. Nisbeten ufak yapılı bağrına yalnız o semtin Müslümanlarını sığdıramayacak bir talihe uğramış.

Gerçi Şişli Camii’ni kuranlar hatırlamışlar ki, atalarımız Bayezid gibi, Süleymaniye, Sultanahmed gibi büyük camileri yaptırırlarken bu camilerin istiab ölçüsünü onların kuruldukları semtlerdeki mevcut nüfus sayısına göre değil, aynı semtlerin gelecek yüz yıllardaki nüfusunu düşünerek yaptırır, o ulu camileri bunun için muazzam birer âbide halinde yüceltirlerdi.

Fakat Şişli Camii’ni kuranların bütün fedakârca çalışmalarına, bu uğurda teberruda bulunan bütün hamiyetlerine rağmen bir takım tâli sebepler yüzünden, İstanbul’un bu son, güzel camiini bugün büründüğü ölçüden daha geniş bir ölçüyle kurmaya imkân bulunamamış.

İsteniliyormuş ki, yeni ‘Taksim Camii’ hem İstanbul’un bu heybetli apartmanlar bölgesine yakışır bir ölçü ile yapılsın, içine büyük kütleler alabilsin; hem de aynı semte bambaşka bir mânâ ve yepyeni bir milli çehre verebilecek bir güzellikle kurulsun.

İtiraf edeyim ki, ben, bu cesur tasavvurun ikinci cephesini, birinciden daha sıcak bir anlayışla karşıladım. Bence, devrimizin vefalı Müslümanları İstanbul’un hangi semtinde olursa olsunlar, büyük, dini günlerde İstanbul’un neresinde bir ulu cami varsa, orada toplanmayı zevk bilen bir ruh haleti içindedirler. Ve ecdad yadigârı eski camiler, onların bu arzularını fazlasıyla tatmin edebilecek bir azametle, hele İstanbul semtinin asil bağrında dimdik durmaktadır.

Fakat bizim bin yıldan beri Türkiye topraklarında özel bir tekâmül gösteren milliyetimizin şehir mimarisindeki en karakteristik çizgileri, kubbe ve minare çizgileri, yassı ve sivri kemer çizgileri, saçak ve sayvan çizgileridir. Dünya üzerine taşan bu millet ruhunun mimarlıktaki kuvvetli ifadesi, bu ruhun semalaşması mânâsındaki kubbelerde; bu ruhun semaya uzanması anlamındaki minarelerdir. İnsan gözlerine daima göklere çevrilme itiyadı veren bu camilerin Türk şehirlerinin en yüksek tepelerine kurulmasında ise ayrı bir mânâ vardır. Bizim en güzel şehirlerimiz, ova düzlüklerine değil de, dağ tepe yüksekliklerine kurulan ve uzaktan bakanlara ‘bütün bir âbide’ heyetiyle görünen kademeli şehirlerimizdir. Fatih’in İşkodra şehrini zaptetmek için harekete geçtiği zaman, bir dağ üzerine kurulan İşkodra kalesine bakarak ‘Bu kartal yuvasını yapan ne güzel yer seçmiş’ sözündeki güzellik anlayışı, bizim dağ yamaçlarına ‘âbide şehirler’ kurmak zevkindeki ruh coşkunluğumuzun beliğ ifadelerindendir.

Heybetli apartmanlar beldesi Taksim ise, bu çerçevede yapılan resmi, yarı resmi inşaata rağmen hâlâ mimarisinde bizim milli çizgilerimizi görmek mümkün olmayan bir çehre içindedir. Tünel’den Şişli’ye kadar uzanan büyük cadde üzerinde yabancı isimler, yabancı çizgiler ve yabancı mimariler, hatta başka dinlerin mimarileri o kadar boldur ki, bu bölgeye bizim daha kat’i, en kat’i milli damgamızı vuracak eserlere ihtiyaç âşikârdır. Daha bundan çeyrek asır evvel –bugün bizim içtimai dâvâlarımızın aksi istikametinde yürüyen – bir şair, Taksim civarındaki Ağa Camii’ni Mütareke yıllarının Beyoğlu’nda yapayalnız bulunan ve bu camiye ‘Bu imansız muhitte öyle yalnızsın ki sen’ diye seslenmek ihtiyacını duyuyordu. Memnuniyetle söyleyelim ki, bugün Beyoğlu sokakları, Mütareke yıllarının milli haysiyet kırıcı, Pera sokakları gibi bizden uzak ve Ağa Camii, o yıllardaki kadar mahzun değildir. Ancak Türk milliyetini örnek karakteristik unsurlar arasında, İslamlığın asırlarca şeref arttıran bir vazifesi olmuştur. Camiler ve minareler birer mimari zaferi oldukları kadar, iyilikler ve faziletler dini İslamlıkla her milletten daha iyi anlaşan Müslüman-Türk ruhunun da aziz timsalidirler. Bu sebeple biz, bugün hâlâ milliyetimizi çizeceğimiz bölgelere onlardan çizgiler işlemek, onlardan örnekler yüceltmek, onlardan hatıralar getirmek mevkiindeyiz.

Ben müstakbel Taksim Camii tasavvurunu en çok bu düşüncelerle müsait karşıladım. Gözlerimin önünde beliren ve Fatih, Bayezid, Sultanahmed meydanlarını andıran bir Taksim Meydanı ise, bana birden bire inanılmayacak kadar sıcak bir milli çehreyle gülümsedi.”

İstanbul’umuzun, manevi ve uhrevi çehresini daha fazla sevdirmek için bunca yazı kaleme alan Nihat Sami Bey, ruhun bir kere daha şad olsun. İşte özlediğin Taksim Camii 71 yıl sonra, beş vakit ezanlarıyla gönüllerimizi şenlendirmeye, kulaklarımızı dinlendirmeye başladı.

#Edebiyat
#Taksim Camii
#İstanbul
#Fatih
#Bayezid
#Sultanahmed
3 yıl önce
Meşhur bir edebiyatçımızın kaleminden Taksim Camii
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi