Sinema salonlarının açılmasıyla birlikte beklenen filmler bir bir vizyon görmeye başladı. Uzak Ülke de geçtiğimiz sene festivallerde boy gösteren ve başarı kazanan filmlerden biri olarak vizyona girdi. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde yaşanan nüfus mübadelesini merkezine alan ve gitmek zorunda olanlarla kalamayanları anlatan filmin yönetmeni Kubilay Erkan Yazıcı ile görüştük.
Bilmek var olmanın şartı… Kadim çağlardan beri bu böyle… Bana göre insanlığın tarihi bilme çabasının tarihi aynı zamanda. Bilgi kişioğlunun zihninde oluşuyor ve gönül dünyasında bir forma bürünerek kesin bir anlama dönüşüyor. Ben işte bu anlamın peşinde bir şair olarak dolandım durdum. Yeterli cevapları bulamamış olmalıyım ki bu anlama çabasının bir başka yolu olarak sinemayı buldum. Ya da sinema beni buldu. Sinema şiirin ötesinde ve yine de şiir. Şiire sığamayan sinemaya sığıyor, böylece sinema aşkınlaşıyor. Bu aşkınlık hissi aklımı başımdan alıyor. Hakikat kadrajların içinde ve aynı anda ötesinde… Baktığımda kadrajın içinde olanı bir anlam olarak kadrajın ötesinde ufukların ardında bir yerde görüyorum. Bu gördüğümü anlatmayı seviyorum. Ve bu yüzden de yaşadıkça sinema yapmak istiyorum.
UZAK ÜLKE ‘DİĞERLERİ’NİN FİLMİ
Kendimi bildim bileli bir yerden gitmek beni hep korkutmuştur. Öyle ki küçücük eşyaları ya da bir dalı, yaprağı, odunu, taşı olduğu yerden alsam onu aldığım yere geri bırakmadan asla rahat edemezdim. Bu büyük korkum beni büyüdükçe göç olgusuna karşı kışkırttı. Uzak Ülke gitmeye ve kalmaya dair sorduğum sorulardan doğan bir film. Gitmek bir tercih olsa da zorunluluk olsa da trajik oluşundan bir şey kaybetmiyor. Uzak Ülke trajik olana merhamet çerçevesinden bakmaya çalışan bir film olarak aklımı kemirip duran gitmek kavramının somutlaşmış hali… Hikayesini gitmeye, zorla göç ettirilmeye yaslayan ve fakat bunun ötesinde ‘diğerlerinin filmi’ olarak gelişti.
Elbette gitmek varsa giden birileri de vardır. Bu bazen bir ülkeden gitmektir, bazen bir kalpten gitmektir, bazen sahip olunan her şeyin kaybedilmesiyle hissedilen olduğun yerde yersiz, yurtsuz kalma halidir. Böyle bir durumda bağlılık aidiyet ve köklerle ilgili derin ve girift sorular boşlukta asılı kalır ve muhatabından cevaplar bekler… İşte Uzak Ülke alacakaranlıkta kalan iki insanın boşlukta asılı kalan sorularıyla bizi bir deniz kenarında bekleyen hikayemiz.
BUGÜNÜN İNSANINA BİR ASIR ÖNCESİNDEN SÖZ TAŞIDIM
Klasik tarih anlatısında biz bir imparatorluk kaybettik. Fakat her birimizin zihninde bir medeniyet yıkıldı, tarumar oldu. Bunu hayal etmeye çalıştığımda zihnimde bir imaj oluşuyor. Boşlukta bir yerde milyon insan toplanmış, görmedikleri hissedemedikleri bir enkazdan yükselen dumanı izliyorlar. Yüzlerinde derin bir hüzün. İmparatorluğumuzun kaybı sadece topraklarımızın, padişahımızın kültürümüzün kaybı değil, bütün bunların toplamının da ötesinde kimliğimizin ve medeniyetimizin kaybedilmesidir bana göre… Bu enkaza bakan birinin bugünün insanına bir şeyler söylemesi ve acısını, hayal kırıklığını, mücadelesini anlatması gerekiyordu. Binbaşı Osman’ı o enkazın başından aldım ve alacakaranlıktaki o sahilde bize, bugünün insanına baktırdım. Elbette o enkazın altında sadece bizler kalmadık, gayrimüslimler de aynı enkazın altında kaldılar. Bir devlet çökerken, bir medeniyet kurda kuşa yem edilirken bunun ateşi herkesi yakar. İşte Paris karakteri de yenilen, ufukların ötesine sürülen medeniyetimizin yıkıntıları altında bulduğum bir çocuk. Bize söyleyeceklerini hepimizin duyması gerektiğini düşündüm. Yeni, eskiyi ufukların ötesine gönderdiğinde eski ne hisseder, son gördüğü ne olur, son düşündüğü, son yediği yemek… Bunları anlatmam ve bu dönemle öncelikle benim yüzleşmem gerekiyordu. Uzak Ülke bu yüzden bütün riskleri göze almaya değer bir film olarak göründü gözüme…
Yukarda bahsettiğim o görünmez, bilinmez enkaza dair imaj film evreninde ancak tek bir mekanla karşılık bulabilirdi. Burası ıssızlığın sonunda, ufukların ötesinde bir yere açılan deniz kıyısında olmalıydı. Çünkü deniz kadim zamanlardan bu yana belirsizliği işaretler. Bizzat o enkazın, o olmayan ülkenin, o sadece bir derin sızıyla hissedilebilen yerin anlam dünyamda karşılığı terk edilmiş sahilde, terk edilmiş bir kamp olabilirdi. Olmayan bir yer, uzak bir ülke tasavvurum bizzat o yeri bir karaktere dönüştürmekle mümkün olacaktı. Bu yüzden tek bir mekan kullanmam ve bunu da olabildiğince belirsiz hale getirerek bir sızının ta kendisi yapmam gerekirdi.
Uzak Ülke, Türkiye premiyerini 39. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. Bu benim ve filmim için ilk büyük başarıydı. Ardından 31. Ankara Film Festivali’ne davet edildik. Yurt içindeki bu kabuller ve yurt dışında yönetmen olarak takdir edilmem elbette sonraki filmlerim için isteğimi arttırdı. Uzak ülke yurtdışı festivallerle ilgili serüveninde pandemi koşullarının sonuçlarıyla maalesef yüzleşmek zorunda kalan filmlerden biri oldu. Gösterildiği kadar kabul edilip de iptal olan festivaller nedeniyle gösterilemediği birçok prestijli festival de yaşadı. Her filmin bir kaderi olduğu gibi Uzak Ülke’nin de bir kaderi var ve onu birlikte yaşıyoruz.
Uzak Ülke bugün itibariyle 70 sinemada ve yaklaşık 50 şehirde gösterime giriyor. Fakat yıl sonunda kadar toplamda 159 sinemada ve 81 şehrimizde gösterime girecek. İzleyici, internet üzerinden ve filmin sosyal medya hesaplarından, ayrıca Box Office Türkiye sitesinden filmin gösterildiği şehirleri ve salonları görebilir.
SEYİRCİYE ULAŞMAYAN FİLM ÖKSÜZDÜR
Filmleri seyircilerimiz izlesin diye yapıyoruz. Seyircisiyle buluşamayan filmler kaderini gerçek anlamda yaşayamayan filmlerdir. Öksüz çocuklar gibi görüyorum seyircinin görmediği filmleri. Benim gibi sinemanın şiir, yönetmenlerin de kadim zamanların diliyle konuşan şairler olduğunu düşünen yönetmenlerin film yapabilmesi için mutlaka seyircinin bu filmleri sahiplenmesi gerekir. Filmlerin iyiliğinin kötülüğünün ötesinde bir duruş olarak saf sinemaya sahip çıkma adına seyircinin bu refleksi göstermesini bekliyorum ve umuyorum da… Açıkçası umutluyum da… Bu söyleşimizi okuyan herkes filmi görmeye gitsin, yanına eşini dostunu alsın ve filmi izlemeye gitsin.
Şu an ikinci filmimin senaryosunu geliştirmeye çalışıyorum. 3 tane göç filmi yapmak istiyordum. Birincisi bitti ve bugün gösterimde. İkincisi inşallah gelecek yıl çekilecek… Savaşın yersiz, yurtsuz edişi üzerinde Doğu’dan hikayeler anlatacağım bir film olacak.
FESTİVALLERİN ŞEKİLLENDİRDİĞİ BİR TUZAK VAR
Türk sinemasını maalesef ulusal ve uluslararası festivaller biçimlendiriyor. Ve yine maalesef pek çok kişi ve kurum da bu beğenilerin tuzağına düşüyor. Kendimizi bu sarmaldan kurtaramazsak Türk Sineması diye bir şey kalmayacak. Sinemayı popüler kültürün oyun sahasına çeviren ve dibine kadar ajitasyonla ve pornografiyle kitlelere sunan bir anlayış bu ufuk ötesi sanatı elimizden alıp küresel planların tezgahında üç kuruşa satıyor. Herkes bununla gücü yettiğince mücadele etmelidir.
GENÇ SİNEMACILAR RUHLARINI DİNLESİN
Sinema bir Allah vergisi duyuş gerektiriyor, arkadaşlar içlerine ruhlarına seslensinler. O Allah vergisi duyuş oradaysa kendilerine cevap verecek ve gün ışığı isteyecektir. Eğer o yoksa seslerinin boşlukta kayboluşunu da göreceklerdir. Bunu bilmenin yolu da yapmaktan geçiyor… Varı da yoğu da ancak yaparak ve aksini dinleyerek görebiliriz.