|
Siyâsetten soğumak

Fransa’da son yerel seçimlerde Macron ağır bir yenilgi aldı. Yeşiller ve sol ittifak ile aşırı sağ ise güçlendi. Ama neticeler bir yana, bu seçimin en mühim özelliği, katılımın %40’larda kalmasıydı. Fransız toplumu gibi siyasallaşma düzeyi Avrupa’da en ileri bir toplumda bu oran gerçekten de çok düşündürücü. Kaldı ki Yeşiller ve aşırı sağa kayan eğilimlerin mühim bir kısmının siyâsetten soğumayı ifâde eden bir tepkiselliğin mahsulü olduğunu düşünüyorum.

Siyâsetten soğuma süreci temelde iki sebebe dayanır. Bunlardan ilki sisteme duyulan aşırı güven, diğeri ise siyâsetten umudu kesmenin yaygınlaşmasıdır. II. Genel Savaş’tan sonra kurulan ve Ren kapitalizminin sulayıp yeşillendirdiği Batı Avrupa demokrasilerinde talepler, merkez sağ ve merkez sol arasında paylaşılmıştı. Merkez sağ daha az paylaşımcı, daha çok yatırımcı; merkez sol ise daha az yatırımcı, daha çok paylaşımcı olmalarıyla dikkât çekiyordu. Siyâsal sistem, belli dengelerde talepleri yumuşatıyordu. Bu da siyâsetin tansiyonunu düşürüyor, onu sürprizlere, heyecanlara kapatıyordu. Fransa ve İtalya’da bölünmeler çok fazlaydı. Bunun neticesinde hâla çok sayıda parti vardı, ama koalisyonlar sistemik olarak merkezî değerler etrafında kuruluyordu. Aşırı sağ bir hayli baskılanmış ve sistem dışına itilmişti. Aşırı sol ise marjinalize edilmiş; Komünist partiler ise, kurucu babalarından birisi olan Enrico Berlinguer’in kavramıyla “târihsel bir uzlaşma” üzerinden revizyona gitmiş ve Batı liberâl demokrasinin gerekleriyle uyumlu çalışmayı esas almışlardı. Sovyet çizgisinden çıkıp, proleterya diktatörlüğünden vazgeçiyorlar, kamuoylarına seçimle gelip seçimler gitmeyi taahhüt ediyorlardı. Târihsel ittifaka güçlü parti geleneklerine, kadro ve tabanlara sâhip olan İtalyan, Fransız, İspanyol Komünist partiler dâhildi. Bu akıma Avrupa Komünizmi adı verilmişti.

Liberâl demokrasinin sistemik olarak güçlenmesi elbette çok yatıştırıcı bir rol oynamıştır. Bununla berâber, zaman içinde kamuoylarının siyâsete alâkasında kayda değer düşüşler başgöstermişti. Kamuoylarında siyâsal sorumlulukları savsaklama eğilimi yaygınlaşmaya başlamıştı. Nasıl olsa sistem işliyordu. Bir dönemde merkez sağ iktidardaysa, âşikârdı ki gelecek seçimlerin gâlibi merkez sol olacaktı. Beşerin fıtratındadır; başı sonu belli olaylara alâkası azalır. Ama hatırlıyorum, siyâset bilimindeki çalışmalarda depolitizasyon, apolitik hâller daha 1970’lerde siyâsetin istikbâlini karartan ve tehdit eden endişe verici gelişmeler olarak tartışılıyor ve bu gidişâta bir hâl yolu aranıyordu.

Duvar yıkıldıktan sonra, o günlere kadar sistem dışı tutulmuş çok sayıda “kültürel dosya” siyâsete taşınmaya başladı. Artık siyâseti ekonomik kısaslar değil, kültürel kıstaslar târif ediyordu. Ağırlıklı olarak çevresel, etnik, din ve cinsiyet temelli davalardı bunlar. Liberâl demokrasilerin bu tarz talepleri karşılayamayacağı varsayımı bir hayli kuvvetliydi. Onu yeni bir demokrasi modeliyle değiştirmek gerekiyordu. Siyâsal teori 1990’larda bu yolda köpürdü. Agonistik, diyalojik veyâ radikal demokrasi gibi süslü-soslu kavramlarla pek çok model ileri sürüldü. Yeni talepler siyâsette yeni heyecanlara yol açtı ve alâkayı görece arttırdı.

Lâkin sistemler kolay değişmiyor. Bugün hâlâ mevcut Batı demokrasilerini liberâl demokrasiler olarak tanıyoruz. Elbette pek çok model deneniyor; ama liberâl demokrasinin yerini aldı diyebileceğimiz yeni bir demokrasi örüntüsü mevcût değil. Liberâl demokrasilerin özgürlükçü yapısı, bu taleplere direnmedi ve kapılarını açtı. Gelin görün ki, bu talepleri “taşımak” ile “karşılamak” aynı şey değil. Eğer mühim olan yeni talepleri taşımanın yanında karşılamak olacaksa; bu çok ciddî bir yapısal dönüşümü ve değişimi îcap ettirmektedir. Süreci sıkıntıya sokan diğer bir mesele de, bu kültürel dosyaların kendisini açığa çıkarmak ve kendi asimptotunda ihtiraslı bir şekilde tâkibini yapmasının dışında bir pratiği ve yapısal bakışı henüz yok. Liberâl demokrasilerin taşıyıcı imkânlarını sonuna kadar kullanıyorlar. Benim “siyâsal dolmuşçuluk” olarak târif ettiğim bâzı oluşumlar ise bu dosyaları sâdece bir araya getiriyor. Eklektik bir çaba bu. Senkretik bir değer ortaya çıkarmıyor. Ayrıca bu mümkün mü, ondan da emin değilim.

Siyâsette aşırılaşma eğilimlerinin ortaya çıkmasının esaslı ikinci sebebi de buradan neşet ediyor. Sistem taleplerin karşılığını vermemeye başlıyor. Ama unutmayalım; siyâsette aşırılaşma, uçlarda toplanma ve soğuma aynı madalyonun iki yüzü. Ekonomipolitik beklentilere göre tasarlanmış bir sistem kültürpolitik talepleri karşılayamıyor. Fransa’da yaşanan da bu. Bu da sandığa giden “sorumlu” vatandaşlarla, gitmeyen “sorumsuz” vatandaşlar arasındaki farkın ihmâl edilebilir olduğu noktasına götürüyor beni. Küsmek ile kızmak arasındaki fark çok mu büyüktür acaba?

#​Fransa
#Siyaset
#Liberalizm
#Ekopolitik
4 yıl önce
Siyâsetten soğumak
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’