|
Sokağımın tek ağacı

Sokağın sahibi değilim elbette, ama Dergâh Yayınları orada olduğundan ve ben yıllardır taşına toprağına (toprak yok ya lafın gelişi işte) bastığımdan böyle bir başlık attım.

Sokağın ucunda, üç yol ağzında bir akasya ağacı var. İnce yapraklı ulu bir ağaç. O birbirine bitişik çok katlı apartmanların, hanların gölgesinde, ziftin çöpün arasında, o araba cangılında, korna sesleri, motor gürültüsü, egzoz dumanı içinde nasıl büyümüş?

Bu daracık yerde çokluk adım atacak boşluk bulamazsınız. Her iki yanına araba park ederler. Onlar yetmiyormuş gibi, minibüsler, kaptıkaçtılar, hatta koca koca kamyonlar, el arabaları ile yük taşıyan hamallar bütün gün tıkayıp dururlar yolu. Sen dur ben geçeyim, kim koydu lan bu arabayı buraya, alooo hooop, aloo dağ başı mı burası; benzeri bağrışmalar, sataşmalar, ağız dalaşları eksik olmaz.

İşin gereği olarak hemen bütün atölyelerden yükselen motor sesleri, jeneratör homurtuları, soğutma cihazlarından dışarı salınan sıcak-kokulu hava akıntıları ile boğulacak gibidir sokak.

Sokağa bakan bütün katların bütün kapıları ve pencereleri demir parmaklıklar ile örülüdür. Bir nevi Alcatraz Hapisanesi. Tabelalar, pleksglas levhalar, saclar, teller, demir direkler, plastik pis su boruları, btb mozayıklar duvarları kaplar.

Gökyüzü gözükmez.

İnsanların yüzleri, gözleri, tebessümleri gözükmez. Türküleri, şakaları duyulmaz. Hayat kavgasının şiddeti, ekmek parasının dehşeti, alın teri, işte o kadar.

Akasya ağacı bu sokağın başını bekliyor. Orada her bahar parlattığı şeffaf-yeşil yaprakları ile bütün iç karartıcı manzaraya perde germek istiyor. Bazen dallarına tüneyen serçelerle oynaşıyor, bazen tâ yukarılarda yakaladığı gün ışığını süzüp aşağılara sarkıtıyor.

Geçen sonbahar, fırtınalı bir gecede, bir kolunu kaybetti.

Sabahın ilk işçileri, gecenin son bekçileri onu orada kırılmış koluyla buldular. Ağacın dilinden anlayan, onunla sırdaş olanlar (kimlerse) yaralarını onardı, kırık kolun boşluğuna çamur sıvadı, koca ağaç kökleri ile olmasa bile gövdesi ile sevgili kara-toprağa sarılıverdi.

Sokağa vardığımda ilk onu görüyor, ilk selamı ona veriyorum.

Sokağımın tek ağacı o üç yol ağzında yıllardır bıkıp usanmadan bizler için temiz hava, gün ışığı, kuş cıvıltısı, seher yeli kalıntısından oluşan bir besteyi fısıldayıp duruyor. İş çıkışı yanından geçip giderken “Allahım bu ağacı bize bağışla” diye dua ediyorum.

Bir sabah sokağa girdiğimde onu serçeleri boynu bükük bırakarak yıkılmış veya sökülmüş bulacağımdan korkuyorum.

İçimizde tek bir ağaca bile tahammül edemeyenler, onu görmeyip geçenler var. Arabasına park yeri açmak için “Ulan bir gece şu mereti deviriversem ne lazım gelir” diye düşünen magandalar var.

Bu ağaç bana nedense Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini çağrıştırıyor: “Ey şimdi süzgün rüzgârlarla dalgalı...” Bu yazıyı bundan altı yıl önce bir Kasım ayında yazmıştım.

Geçende artık çoktan ayrıldığımız sokağa bir uğrayıp, çaycı Hamit Abi’nin bir çayını içeyim dedim. Sokağa girdim. Oraları elden geçirmişler, yaya kaldırımlarına paket taş döşemişler. Ama... Bu arada sokağımın tek ağacını kesmişler. Veya kurumuş, veya bir araba vurup devirmiş, her neyse. Orada öylece durup, ağacın bıraktığı boşluğa bakakaldım.

#Dergah Yayınları
#Sonbahar
#Ağaç
#Arif Nihat Asya
4 yıl önce
Sokağımın tek ağacı
Böyle olmaz!
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…