|
Tahirü’l-Mevlevi’ye ve İbn-i Sina’ya sansür

Her türlü yayının ve sinema, tiyatro eserlerinin hükümet tarafından önceden kontrol edilmesine, yayınlanmalarının ve gösterilmelerinin izne bağlı olmasına sansür deniliyor. Bu denetimi yapan kurula da sansür heyeti adı veriliyor.

Sansürün diğer bir anlamı ise şöyle: Duyulmasını, yayılmasını önlemek; bir takım kısıtlamalar ve yasaklar getirmek. Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı “Örneklerle Türkçe Sözlük” sansürü işte böyle tarif edip bir de Arif Nihat Asya’dan örnek veriyor:

Sessizce düşünsek duyacaklar bir gün;

Olmazları olmuş sayacaklar bir gün…

Onlar, bu vehimle ellerinden gelse

Rüyalara sansür koyacaklar bir gün.

Bu mukaddimeden sonra sansüre bir - iki örnek vermek istiyorum. Leon Kahun adında bir yabancı yazar tarafından kaleme alınan ve Galip Bahtiyar’ın Osmanlı Türkçesine çevirdiği “Gök Bayrak” isimli roman şu cümlelerle başlıyor: “Ben, Isıg Gölü’nün civarında, Almaata kasabasının yanında doğdum. Her ne kadar kabilemiz göçebe halinde yaşarsa da, babam hoca tutarak, bana güzelce okuyup yazmayı öğretmişti. On yaşımda iken, kabiledeki öbür çocuklar gibi, ata binmeyi, ok atmayı öğrenmiştim. Türk dilini hem Arap hem Uygur yazılarıyla okuyup yazmayı da bilirdim. Bundan başka Kur’an-ı Kerim’i iki defa hatmetmiş, İslam akaidini mükemmel öğrenmiştim.”

Bu cümlelerle başlayan adı geçen romanı, 1957 yılında Yılmaz Tuğaçar diye biri Latin harflerine aktarıyor ve Burhan Basım ve Yayınevi tarafından neşrediliyor. Buraya kadar her şey normal. Anormal olan şu ki, bu Gök Bayrak romanına bir bakıma sansür uyguluyor.

Dinden, imandan, Kur’an’dan, akaidden söz eden cümleleri, paragrafları Latin harfleriyle yayımlanan bu nüshasına alınmıyor. Yukarıda temas ettiğim başlangıç cümlesinde görülen “Kur’an-ı Kerim’i iki defa hatmetmiş, İslam akaidini mükemmel öğrenmiştim” cümlesine Latin harfleriyle yayımlanan nüshada rastlamıyoruz. Halbuki hem Galip Bahtiyar, hem diğer mütercim Necip Asım, hiçbir tasarrufta bulunmayıp romanı olduğu gibi tercüme etmiş. Tahrifat veya sansür, Latin harflerine aktarılırken ortaya çıkıyor ve o devrin bozuk zihniyetini çirkin bir tablo halinde gözler önüne seriyor. “Mütercim kâtildir” sözüne hak verdirecek böyle kötü örneklerin, sansüre tabi tutulmuş kitapların sayısı o kadar fazla ki, bunların isimlerini sıralamak için bile ayrıca kitap yazmak gerekiyor. Bir kere daha belirtelim ki, ima yoluyla bile olsa, dinden bahsetmenin yasaklandığı o yıllarda neşredilen kitaplar, gazeteler, dergiler kültür tarihimizin böyle yüz kızartıcı, gönül incitici örnekleri için tam bir malzeme yığını oluşturuyor.

Matbuat hayatına uygulanan bu sansür, bu ademe mahkum etme, yok sayma gayretkeşliği o zamanlar bazı yazarlar, daha doğrusu İslami kimliği öne çıkan bir takım kalem erbabı için de söz konusuydu. Bu mevzuda bir çok isim sıralayabiliriz. İsterseniz merhum Tahirü’l – Mevlevi’yi, nam-ı diğer Tahir Olgun’u örnek olarak alalım.

Mesnevi şarihi olarak şöhret kazanan, nice insanı Hazreti Mevlânâ ve Mesnevi Şerif ile tanıştıran, Kuleli Askeri Lisesi’nde yıllarca edebiyat öğretmenliği yapan; Edebiyat Lügatı, Baki’ye Dair, Fuzuliye Dair, Hind Masalları, Nedim’in Köşk Kasidesi ve Şerhi, Fuzuli’nin Bağdat Kasidesi ve Şerhi, Müslümanlıkta İbadet Tarihi gibi bir çok değerli eser kaleme alan Tahirü’l – Mevlevi, yıllarca bu ülkede yok sayıldı. Böyle değerli bir ilim ve gönül adamının varlığı Türk gençlerinden adeta gizlendi. Edebiyat tarihçileri kendisini görmezlikten geldiler. İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve Nihad Sami Banarlı gibi birkaç kadirşinas kültür adamının dışında kimsenin ilgisini çekmedi. Daha doğrusu, bile bile böyle hareket edildi. Hatta, daha da ileri gidildi, merhum İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandı, hapislerde çürütüldü. Ermeni Katolik Patrikhanesi Başkatibi Kevork Terzibaşıyan bile, Fuzuli hakkında araştırma yaptığı sırada, Tahirü’l – Mevlevi’nin bilgisine baş vurup ilgisine mazhar olurken Türk aydınları (!) onu görmeyi, tanımayı, bilmeyi akıl edemediler. Peki, merhumun suçu, kabahati neydi? Ne olacak, hiç şüphesiz ki İslami kimliğiydi, Mesnevi şarihi oluşuydu. Ama artık o günler geride kaldı. Allah’a şükürler olsun ki, mahir bir kalem olan Tahir Olgun, Türk gençliği ve Mevlânâ muhipleri tarafından yeniden keşfediliyor, eserleri yeni baskılar yapıyor, bilhassa Mesnevi Şerhi, büyük bir zevkle, büyük bir şevkle okunuyor, Mesnevi sohbetleri yapılıyor.

Gelelim İbn-i Sina’ya uygulanan sansür konusuna. Dünyada hakkında en fazla eser yazılan, araştırma ve inceleme yapılan, kitapları Avrupa üniversitelerinde yüz yıllarca okutulan önemli şahsiyetlerden biri de, hiç şüphesiz İbn-i Sina’dır. Onun adını duymayan, işitmeyen hemen hemen hiç kimse yoktur dersek bir gerçeği dile getirmiş oluruz. Şahsen benim kütüphanemde bile bu büyük dahi ile ilgili birçok kitap bulunuyor. Bunların içinde en geniş kapsamlısını Türk Tarih Kurumu tarafından 1939 yılında neşredilen eser teşkil ediyor. İbn-i Sina’nın hayatından, milliyetinden, felsefesinden uzun uzadıya söz eden bu hacimli kitabın yazarları arasında Prof. Dr. Şemseddin Günaltay, Prof. Dr. İsmail Hakkı İzmirli, Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, eski Diyanet İşleri başkanlarından Ahmed Hamdi Akseki, Prof. Mehmed Ali Ayni, Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gökay, Prof. Dr. Süheyl Ünver, Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak gibi meşhur isimler bulunuyor. Her birisi, kendi sahasında uzman kabul edilen bu zatlar, İbn-i Sina gibi dünyaca ünlü Türk bilginini, “efradını câmi, ağyarını mâni” bir yöntemle okuyucularına tanıtıyorlar. Eksik olan şu ki, İbn-i Sina’nın iki eserinden bu armağan kitapta hiç ama hiç söz edilmiyor. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse, ünlü filozofun iki kitabı adeta ademe mahkum edilip yok sayılmış.

Garip değil mi? İbn-i Sina hakkında böyle kelle kulak yerinde bir kitap hazırlayan heyet, İbn-i Sina’nın iki eserini “İbn-i Sina Kitabı”na almıyor. İki önemli eserinden iki kelimeyle olsun söz edilmiyor. Bunun adı sansür değil de nedir? Merakınızı hemen gidermek için belirteyim. Görmezlikten gelinen, yok sayılan bu iki eserden birinin adı “Ölüm Korkusundan Kurtuluş Risalesi”, diğerininki ise, “Namaz Risalesi”dir. Tahmin ettiğiniz gibi sırf isimlerinden ve konularından dolayı, bu eserler “İbn-i Sina Hatıra Kitabı”na alınmıyor. Murat Molla Kütüphanesi’nin baş memuru M. Hazmi Tura tarafından Türkçe’ye çevrilen ve 1959 yılında ikisi birlikte yayımlanan bu eserin ön sözünü okursanız, niçin sansür edildiğini derhal anlarsınız. İsterseniz sizi yormadan ben söyleyeyim. Mütercim M. Hazmi Tura diyor ki: “Namaz” damgasını taşıdığı için, ‘Namaz Risalesi’, İbn-i Sina kitabına alınmadı. Öyle bozuk bir zihniyet ki, namaz hakkında kitap yazmayı İbn-i Sina gibi bir İslam filozofuna yakıştıramıyor, böylece müellifin eserini okuyucudan gizlemeye çalışıyor.

İbn-i Sina’nın, yarım saatte yazıp bitirdim dediği “Namaz Risalesi”nden - müsaade ederseniz – kısa bir iktibasta bulunmak istiyorum. Müellif diyor ki:

“Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular ki, Namaz dinin direğidir. Din, insan nefsini şeytani bulanıklıklardan, beşeri hatıralardan süzmek, temizlemek ve dünyaya ait kötü garazlardan, emel ve arzulardan yüz çevirmektir.

Namaz, Mabud-u Hakiki’ye kulluktur.

Namazın hakikati Allahü Teala’nın bir olduğunu, varlığının kendi zatından olduğunu, zatının ve sıfatının bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes bulunduğunu bilmek ve kıldığı namazda ihlasın zuhuruna ve tecellisine şahid olmaktır.”

#Arif Nihat Asya
#Sansür
#Heyet
#Tahirü’l – Mevlevi
#Tahir Olgun
#İbn-i Sina
5 yıl önce
Tahirü’l-Mevlevi’ye ve İbn-i Sina’ya sansür
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’