|
Tasavvuf ve Hadis
Tasavvuf üzerinde neden bu kadar çok duruyoruz? Çünkü en başta söylediğimiz gibi tasavvuf küçük bir mesele değildir, gönülleri fethetmek suretiyle İslam’ın çok geniş coğrafyalara yayılmasının şerefini omuzlarında taşıdığı gibi, bozulmuş haliyle İslam ümmetinin fırkalara bölünüp parçalanmasının, büyük bir kısmının Batınilik sapıklığına duçar olmasının, takdis ile kulun kula kul edilmesinin, ümmetin meskenet ve geri kalmışlığının da günahını sırtında taşımaktadır.
O halde müslümanlar onu doğru anlamak, doğrusuna doğru yanlışına yanlış diyebilmek zorundadırlar.
Bugün müslümanların önemli bir kısmı tasavvufu şirk, küfür ve dalalet olarak görürken, yine önemli bir kısmı da onu her söylemiyle tartışılamaz yegâne din olarak anlamakta ve İslam’ı ayakta tutan ilimlere, hatta farz ibadetlere gereksiz gözüyle bakanlar bile bulunmaktadır.
O halde nasıl tefsirin, fıkhın, kelamın, diğer ilimlerin ve bütünüyle yorumun yanlışları ayıklanabiliyorsa ve bu da gerekli ise, tasavvuf adına yapılan yanlışların ve işlenen cinayetlerin de görülmesi ve ayıklanması gereklidir. Bu da tabii ki, ancak usulüne uygun ilimle olur.
Bu yazının konusu ‘istiğase’ olacaktı.
Ona giriş yapalım derken bunları tekraren söylemek zorunda kaldık. Bizi bunları söyleme mecbur eden şey şuydu. Dün rast gele bir tasavvuf kanalına bakarken sohbet yapan hoca “dersimizin konusu
‘küntü kenzen mahfiyyen’ kudsi hadisi olacaktır”
diye söze başladı ve bu söze binaen yapılmış edebiyata dalıp gitti. Oysa bu söz için hadis alimleri ‘uydurmadır/mevzudur, aslı yoktur’ hükmünü vermişlerdir. Manası bilindiği gibi şudur: ‘Allah buyurmuştur ki,
ben saklı bir hazine idim, bilinmek istedim
ve mahlukatı yarattım ki, beni bilsinler’.
Meselenin ciddiyeti şundandır:
Konu bir akıl ve içtihat konusu değil bir iman konusudur.
O halde bu sözün aslı varsa ne diyorsa öyle inanırız, yoksa inanmayız. Ve biz biliyoruz ki, bir meseleye iman konusu olarak bakabilmemiz için onu bize nakleden nassın sahih olması bile yetmez, en azından manevi tevatürle gelmiş olması gerekir. O halde böyle bir söz üzerine bir akide kurmaya çalışmak ilme ve sahih imana aykırıdır.
İkinci olarak var kabul edenler, sahih olmadığı için bunu destekleyecek ayet ya da hadisler aramak zorunda kalırlar. Nitekim diyenler olmuş ki, efendim bu söz sahih olmasa da şu ayetin manasına uygundur: ‘Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk etsinler diye yarattım’. Oysa ikisi arasında büyük bir anlam farkının olması bir yana, neden
sırf bizim tasavvuf felsefemizi okşuyor diye aslı olmayan bir söze bir ayeti kerimeyi destek yapmaya çalışalım? Bu ayete karşı bir su-i edep olmaz mı?
Ayeti kerimenin dediği bize yetmiyor mu? Nitekim belki de ayetin bu sözü desteklediği var sayılınca ayetteki ‘sırf bana ibadet etsinler’ anlamındaki ‘li-ya’budûn’ kelimesi, ‘li-ya’rifûn’ yani ‘beni tanısınlar’ diye tefsir edilmiş, böylece de anlamı o sözün anlamına yaklaştırılmıştır. Oysa ayet kendi içinde çok manidardır. Şöyle ki:
‘Sırf bana ibadet etsinler’ ifadesi iki türlü anlaşılabilir: Başkasına değil sadece bana ibadet etsinler. Ya da başka hiçbir şey yapmasınlar, sırf bana ibadet etsinler. Elbette açık olan birinci manadır, ama ikincinin de şöyle bir izahı olabilir:
Kul her işini doğru ve iyi bir niyetle yaparsa uykusu, yemesi ve içmesi dâhil bütün fiillerini ibadete dönüştürebilir.
Kulun nihai hedefi bu olursa, ne kadarını yapabilirse o kadarını ibadete dönüştürmüş olur.
Bu örnekle geldiğimiz nokta şurasıdır.
Tasavvufun afetlerinden birisi de bazılarının gönüllerini okşayan her sözü, eğer daha önce buna hadis diyen birisi varsa, aslının bulunup bulunmadığına bakmadan hadis diye kabul etmeleridir.
İnsani yönüyle çok değerli sufi bir hadis hocası arkadaşımıza bir gün, sizin okuduğunuz bu hadis için muhaddisler mevzudur/uydurmadır diyor, siz bir hadis hocası olarak buna nasıl hadis diyorsunuz diye sorduğumda beni hayrete düşüren şu cevabı vermişti. Bir sözün bizim sâdatımızın kitaplarında hadis diye geçiyor olması bizim onu hadis saymamız için yeterlidir. Bir başkası da ben usul musul tanımam, bizimkiler ona hadis demişse biz onu sahih biliriz demişti. Sâdat dedikleri hadis alimleri değil, meşayihtir.
Hadis denen ama hadis olmayan sözlere tutunma meselesi tasavvufun çok büyük bir açığıdır.
Şimdi belirleyici soruyu soralım: Bu dinin temel kaynağı Kuranıkerim ve onu açıklayan Sünnet ise, Kuran’ın bize ulaşmasında şüphe olmadığına göre,
Sünnetin yazılı halde ifade edilen şekli olan hadislerin sahihini sakiminden ayıracak mıyız ayırmayacak mıyız?
#Tasavvuf
#Hadis
3 yıl önce
Tasavvuf ve Hadis
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi