|
Yaptırımlar

Evvelâ AB’de Türkiye’nin de gündemde olduğu bir zirve gerçekleşti. Soru, Türkiye’ye bir yaptırım karârı çıkıp çıkmayacağıydı. Çıkmadı. Zirve, hafif tertip kınamalar ve gözdağı vermelerle neticelendi. Akabinde ABD’den görece daha ağır bir hamle geldi ve Trump’ın Başkanlığının son dönemecinde, Pompeo’nun da bastırmasıyla Caatsa üzerinden S 400’lerin alımını “cezâlandıran” kararlar yürürlüğe konuldu.

Bunlar şöyle veyâ böyle beklenen gelişmelerdi. Benim dikkâtimi çeken bu süreçlerin Türkiye’de nasıl değerlendirildiğiydi. Pek çok çevre süreci, mahkemeye çıkmış bir “sanık” psikozu içinde, yaptırımların ağırlığı, başta ekonomiyle bağlantısı olmak üzere uzun uzun tartışıldı. Yaptırımların kapsamlı bir ekonomik boyut içermediği anlaşılınca da, meseleyi tartışan çevrelerde tuhaf bir ferahlamanın yaşandığına şâhit oldum. Bâzıları da, bunun Biden’a sorun bırakmaya dayalı bir Trump hamlesi olduğunu, NATO’yu ayağa kaldırmaya soyunan ve bu sebeple mühim bir müttefik olan Türkiye’yi gözden çıkarmayacak olan Biden’ın da Başkanlık yapmaya başlamasının ardından bu durumu telâfî etmeye gayret edeceğini ileri sürenler bile çıktı.

Güncelden kopuk bir târihçilik ile târihten kopuk bir güncelciliği ne hikmetse bir türlü aşabilmiş değiliz. 1990’lardan evvel Türkiye’de zihin iklimine ilki; 1990’lardan sonra da, husûsen medyâtik ağırlık sebebiyle olsa gerekir, ikincisi tebelleş oldu. Türkiye “aşırılaştırmalarla” mâlûl bir zihin iklimine sâhip. Ya o, ya bu. Arasını bir türlü bulamıyoruz. Hâlbuki güncel olan târihsel birikimin içinden gelir. O birikim ıskalanırsa yapılacak değerlendirmeler boşluğa düşer. Meselâ, zikredilen mesele düşünüldüğünde, Türkiye -NATO ilişkilerinin târihsel birikimi ve buradaki genel gidişât ihmâl edilerek manâlı bir değerlendirme yapmak mümkün olmaz.

Türkiye-NATO ilişkileri târihî -bunu Türkiye-ABD ilişkileri olarak da anlayabiliriz- Kore Savaşı sırasında yaşanan balayı hâriç dâima “sorunlu” bir târihtir. TC Başbakanı Adnan Menderes’in 1959’da parasal kaynak bulmak için yaptığı ABD gezisinin hüsrânla neticelenmesi bunun ilk işâretiydi. Amerikalılar 1954’deki ziyârette verdikleri 300.000.000 Dolarlık yardım sözünü tutmamışlardı. 1959’daki ziyâret sâdece beklentilerin karşılanmamasıyla sınırlı değildi. Türk heyeti diplomatik olarak bekletiliyor, ABD Başkanı görüşmeyi kısa kesiyor; Türk heyeti ABD Dışişleri Bakanı tarafından kapıda kasten bekletiliyordu. Bu, ABD’nin Türkiye’yi “pire” gibi gören yaklaşımını yansıtan bir göstergedir. Menderes dönüşte, çâr-u nâçar Sovyetler Birliği’nin kapısını çalmaya hazırlanıyor; bunun ardından da devriliyordu. Bu bağ, Türkiye’de, hesapta anti-Amerikancı olan solun, “müstebit” DP’yi deviren ve ilerlemeci bir hareket olduğunu düşündüğü 1960 Darbesinin aslında ne kadar da NATO’cu bir müdahale olduğunu izah eder.

Sonrası da hep sorunlu seyretmiştir Türkiye-NATO münâsebetlerinin. 1960’larda Kıbrıs meselesi, meşhûr Johnson mektubu, 1971 Askerî müdahalesi, 1974 Harekâtının gerdiği gerilimler, Haşhaş ekimi meselesi, ardından gelen ağır bir ambargo, 1975-1980 arasında yaşanan ve Gladio’nun tezgâhladığı artık âşikâr olan ve binlerce gencin birbirini kırdığı terör dönemi, 1980 Darbesi ve ardından gelen katıksız Amerikancı ANAP iktidârı bu sorunlu zincirin muhtelif halkalarıdır. Ama en dayanılmaz olanı, Irak Savaşı sonrasında Çekiç Güç üzerinden Türkiye’nin ayrılıkçı Kürtçü hareket ile yüz yüze bırakılmasıdır. Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval giydirilmesi bardağı taşıran damla olmuştur. Bugün NATO’nun Kuzey Sûriye ve Kuzey Irak üzerinden bir PKK Devleti kurma girişim ve kararlılığı, bu plânın en somut ve en trajik merhalesidir. 15 Temmuz darbe girişimi ise, kapanmayan ve kapanacağı da görülmeyen en kanlı yaradır Türkiye-NATO ilişkilerinde.

Tuhaf olan nedir, biliyor musunuz? Bütün bu süreçlerde, diyalektik savrulmalarla en Amerikancıların bir noktadan îtibâren keskin ABD karşıtlığına evrilmesi; en anti-Amerikancı olanların ise şaşırtıcı bir şekilde Amerikancı siyâsetlerin güdümüne girmesidir. Amerikancı Menderes’in Sovyetler’in kapısını çalmaya karar vermesi bunun en dramatik misâllerinden birisidir. Ama bu, Morrison Süleyman olarak bilinen Süleyman Demirel’in ambargo karşısında Amerikan üslerini kapatması, bir günde Türkiye’deki Amerikan askerlerini kapı dışarı etmesi kadar çarpıcı değildir. Kafa karıştırıcı siyâsal puzzlelar bu kadarla bitmiyor. Soğuk Savaş Türk sağının yaşadığı Amerikancılığı ne izah edebilir? Ya 1960 Darbesine destek veren sözde anti-emperyalist olan Türk soluna ne demeli? 1990’larda Yeni solun katıksız bir Amerikancı olan Turgut Özal’ın yanında yer alması ve ayrılıkçı Kürt hareketini desteklemesinin ne tarafı anlaşılırdır Allah aşkına? Nihâyet sözde sol, hattâ Leninist-Stalinist olan PKK’nın ABD elinde oyuncak oluşu neyle açıklanabilir?

Türkiye-NATO münâsebetlerinin târihi düşünüldüğünde, güncel olarak yaşadıklarımızın yadırganacak bir tarafı yok. Trump devri Türkiye’ye “ABD ile ABD’ye rağmen” bir siyâset yürütme fırsatı verdi. Yeni devir ise daha çetrefilli geçeceğe benziyor; Türkiye yoluna “Ya ABD ile veyâ ABD’siz” devâm edecek. Göreceğiz…

#Yaptırım
3 yıl önce
Yaptırımlar
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı