|
Şehrin ruhuna üflenen: Sünnetullah iradesi

Kır''dan kent''e göç, aynı zamanda ufkun ve bakış açısının genişlemesi demek. Müslüman kitleler, şehir hayatına doğrudan katılmaya başladıkça, zihinleri, ufukları, bakışları genişlemeye başlıyor.

Müslümanlar, hayata yeni başlıyor değiller. Ama son 200 küsur yıldan bu yana yaşadıkları tecrübe, müslümanların hayatı, dünyayı, insanı silbaştan yeniden "okumalarını", yeniden İCAT, İNŞA ve İMAR ameliyesine soyunmalarını icbar ediyor.

Çünkü önceki müslümanların yaşamadıkları, ilk kez bu süreçte yaşanan, kendine özgü imkanları ve zaafları olan; hem müslümanlıkla, hem de "bu dünya"yla ilişkilerini epistemolojik ve ontolojik olarak problematikleştiren bir "fetret dönemi" tecrübesi ile karşı karşıyalar.

Bu dönemi, "fetret dönemi" olarak tanımlamamıza mümkün kılan iki fiili durum var: İlkin, müslümanlar, pek çok bakımdan köklü değişimler geçiren ve farklılaşan bir dünyada kendi anlam haritalarına, dinamiklerine hayatiyet kazandırmayı başaramadılar. İkinci olaraksa, sahip oldukları -abartılı- "üstünlük kompleksi"nin itkisi ve etkisiyle, önce kendileri dışında yaşanan gelişmelere/dünyalara kulak tıkadılar. Ardından da ortaya çıkan içe kapanma durumunun, kendilerini, güçlenen ve var (nevzuhur) güçleriyle üzerlerine gelen Avrupalılar karşısında direnebilecek dinamiklerden yoksun bıraktığını anladılar. Ve başlangıçta gönülsüz de olsa, ama zamanla Batılıların Reformasyon, Rönesans tecrübeleri üzerine inşa ettikleri Aydınlanma ve Sanayi Devrimlerinden itibaren yaptıkları/yazdıkları tarihte/zamanda yaşamaktan başka seçenekleri olmadığına hükmettiler.

Sünnetullah iradesini iyi okumak

Bugün geldiğimiz noktadan geriye doğru izsürdüğümüzde son derece acılı, travmatik ve ızdırab ve çile yüklü fetret dönemi tecrübesinin müslümanlara yeni bir ruh, yeni bir dinamizm kazandırdığını (ve daha da kazandıracağını) görebileceğimizi düşünüyorum. Batılıların müslümanlıktan fena halde ürktükleri bir zaman diliminde biz müslümanların "bu dünya"dan korkmaksızın müslümanlıkla ilişkimize yeni bir ruhla yeniden hayatiyet kazandırma cehdi içinde olmamız, bizi tahmin ve tahayyül etmekte zorlandığımız yepyeni bir dünyanın eşiğine götürüyor.

Ruhunu yitirdiği zannedilen müslüman şehre üflenen bir Sünnetullah İradesi hükmünü icra ediyor.Osmanlı''nın çökmesiyle birlikte İslam, siyasi, ekonomik ve kültürel güç olarak tarih sahnesinden "resmen" çekildi. Ama fiilen çekilmedi.

Evet, İslam hayattan (dolayısıyla şehirden) fiilen çekilmemişti. Çünkü Müslümanlıkla yoğrulmuş bu mekanda bu mümkün değildi: Çoklukla gizil güç olarak da olsa insanların günlük hayatlarını anlamlı kılmaya, kimliklerinin en asli, pekiştirici, birleştirici unsuru olmaya devam ediyordu.

Ancak İslam dünyasındaki elitlerin hemen hepsi, müslümanlığın çağdaş dünyaya bir şeyler söyleyebilecek bir dinamizmi olmadığına (varsa bile kalmadığına) hükmetmişlerdi. O yüzden müslümanlığa arkalarını döndüler. Önlerini ise başka bir yöne, Batıya çevirdiler. Kimilerinin, müslüman toplumları, "müslümanlıktan uzaklaştırma", kimilerininse "Batılılaştırma/modernleştirme" projeleri olarak adlandırdıkları bir dizi yüzeysel, hayali, retoriksel mühendislik projesi başlattılar.

Fakat işte ne olduysa bundan sonra oldu. Ne elitlerin, arkalarını döndükleri, yorgun ve bitab düşmüş kitleler müslümanlıktan uzaklaşmıştı. Ne de, Batılılaşma denen şey gerçekleşebilmişti.

Sonucun böyle olacağı aslında başından belliydi: Batılıların yüzyılların mücadelesi, kavgası, birikimi sonrasında kendi tarihsel koşullarında ve kendi tarihsel ihtiyaçlarını karşılamak için icat ettikleri projeleri İslam dünyasına son derece primitif şekillerde ithal etmeye kalkışmışlardı. Bu projelerin başka mekanlara aynı "başarı"yla aktarılıp aktarılamayacağının mümkün olup olmadığı pek fazla tartışılmamıştı.

O yüzden bu projeler tutmadı; kısa devre yaptı ve geri tepti. Bu kaçınılmaz bir traji-komik finaldi. Çünkü, bu projelerin hiç biri, müslüman toplumların yaşadıkları deneyimlerin ürünü olarak -yeniden- icat edilmiş projeler değildi. Dolayısıyla, bu projeler, zoraki olarak uygulanmaya konulmaya kalkışıldı. Bu da, müslüman toplumları çatışmanın (dolayısıyla bir çıkmaz sokağın, bir fasit dairenin) eşiğine getirip bırakıvermişti. Trajediyi komediye dönüştüren işte bu çıkmaz sokak, fasit daireydi.

Elitler, iktidar aygıtlarını korumak kaygısıyla çatışmayı körükledikçe, mühendislik projelerinin açtığı vakum (boşluk) derinleşti. Vakumun derinleşmesi, meşruiyetini tarihsel, toplumsal, kültürel dinamiklerden almayan sistemlerin yaşadığı hegemonya, otorite ve meşruiyet krizini daha belirgin şekillerde su yüzüne çıkarmaya başladı.

İşte bu absürt ve anormal süreç, çevre''den (kır''dan) merkez''e (kent''e) kitleler halinde yürüyen kitlelerin hayatlarının ancak müslümanlıkla anlam kazanmaya, vakumun ancak müslümanlık tarafından doldurulabileceğini kavramaya başlamalarına zemin hazırladı. Çünkü müslüman toplumlarda, insanların hem iç, hem dış dünyalarını anlamlı kılacak müslümanlıktan başka köklü, derinlikli ve kuşatıcı bir epistemolojik ve ontolojik tecrübe yaşanmamıştı.

Müslüman/laşan şehir: Rüyaların mekanı

Cins adam Calvino, "kent, korkuların ve rüyaların mekanıdır" der.

Müslümanlar için Mekan; sınırsız imkanlar ve mümkünler mahalli. Hall; yani, genişletilmiş, geniş bir Zaman: Bura''yla Öte arasında kurulan ulvi bir rabıta, ulvi bir köprü, ulvi bir iletişim ağı. Deruni bir ruh üflenmiş bu ulvi Mekanda nelerin imkan dahiline girdirilemeyeceğini, neleri oldurmanın mümkün olamayacağını varın siz tahayyül edin artık!

Farkedemediğimiz bir başka yakıcı gerçek de şu: Kır''dan kent''e göç, aynı zamanda ufkun ve bakış açısının genişlemesi demek. Müslüman kitleler, şehir hayatına doğrudan katılmaya başladıkça, zihinleri, ufukları, bakışları genişlemeye başlıyor. Zihinleri, ufukları, bakışları geniştikçe, şehrin hangi korkuların ve hangi rüyaların mekanı olduğunu farketmekte zorlanmıyorlar ve müslüman şehirlerin korkularının, muhkem ve muhteşem rüyalar göremeyecek kadar zahirde sırra kadem bastığını zannetikleri "Ruh"larının "gerçekte" hayatiyetini sürdürmekte olduğunu keşfediyorlar.

Ama müslüman şehir öylesine çarpıcı, silkeleyici, dinamik bir anlam/varoluş haritasına ve dünyasına sahip ki, o haritaya, dünyaya ayak basan her kese derinden ta derinden gelen deruni bir sesle ve nefesle şöyle sesleniyor:

Şehrin insanı, şehrin! "Dön" ve "Bak" bir: Şehir dediğin şey senin, ruhsuz bedenden, canlı cenazeden ibaret bir iskelet değil. Dön ve Bak; Gel ve Gör ki, şehre bir ruh üflenmiştir ve bu ruh, eskimez, pörsümez bir Aşk''ın (Sevgi''nin), Feth''in (Anahtar''ın), İlham''ın (Sırlar Hazinesinin), Şehadet''in (Tanıklığın), İhsan''ın (Güzelliğin), İlmin ve İrfan''ın ve nihayet İslam''ın (Teslimiyetin) mahsulüdür. Bu mahsul, nadasa bırakıldığı içindir ki, şu an bir hasılası yok. Ama mahsulün nadasa bırakıldığı bu toprak, öyle bir topraktır ki, ekilmiş tohumu ne yutmaya, ne de reddetmeye tahammül ve cesaret edebilir. Hasıla''nın, havsala''sı olanları, hazan mevsiminin sona ermesini ve yağız atların kişnemesini beklediğini görmüyor musun!

İşte yaşadığımız zorlu, travmatik, çileli dolayısıyla son derece öğretici tecrübenin bizi getireceği yer burası/ydı. Bir Sünnetullah İradesi''nin müdahalesi ile karşı karşıyayız. Sünnetullah İradesi deyip de geçmeyin: Bizim hayır zannettiklerimizi şerre, şerr zannettiklerimizi de hayra inkilab eden Müteal bir İrade''den bahsediyoruz.

24 yıl önce
Şehrin ruhuna üflenen: Sünnetullah iradesi
Kara dinlilerle milletin savaşı
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim