|
Hayatta en hakîkî mürşit, “ezberlerdir”; ruhumuzu yok eden ç/ağdaş hurafeler!

Hakikati hem eğip bükmeden hem de insanları ürkütmeden söylemek o kadar zor ki!

Nerede?

Nerede olduğunu bile bilemeyen, hangi derelerde debelendiğini idrak edemeyen; çöle, yangın yerine dönen ama hiç bir şey olmamış, olmuyormuş gibi umursamadan yaşanılan yerlerde, fiilen yok hükmünde olan, kimliğini, yörüngesini ve ruhunu yitiren yok-ülkelerde, elbette!



Ne kadar uzun,
kıvrımlı
, inişli çıkışlı,
Deleuze’cü bir cümle
oldu bu böyle!

Daha doğrusu, ne kadar tedirgin edici, rahatsız edici, insanın kafasını iki elinin arasına alarak kara kara düşünmeye sürükleyici bir “tüm’ce” (!)...

İyi de, vaziyet böyle.

MEDENİYET BUHRANI NEDİR,
BİLİR MİSİN, SEN?
Bakın, bu toplum
medeniyet buhranı
yaşıyor iki asırdır...

Medeniyet buhranı nedir, bilir misin, sen?

Kişinin tepesindeki gökkubbenin kafasına çökmesidir...
Kendine olan güvenini yitirmesi... Aşağılık kompleksine sürüklenmesi... Kendini inkâr’a yeltenmesi... Celladına âşık tasmalı bir çekirgeye dönüşmesi...
Dayanamadı bu çileye bu ülkenin yürek çocuğu ve
çöllere vurdu
... Susuzluğunu giderecek bir vaha arayışına koyuldu...
Yüzyıllarca kendisini yok eden
Haçlıların çocukları
, tarihin akışını değiştirecek bir konuma ulaşmışlardı: Çağı onlar şekillendiriyordu. Dünyaya onlar çeki düzen veriyordu... Bilimi, düşünceyi, sanatı ve dolayısıyla hayatı yalnızca onlar üretiyor, yalnızca onların tarlaları ürün veriyor, yalnızca onların ağaçları meyveye duruyordu...

Yalnızca onlar insan katlediyordu kitleler hâlinde kimsenin gözünün yaşına bakmadan hem de, aynı zamanda.

Burası, ayaklarımızı toprak demeden bastığımız bu yer,
bu topraklar çoraklaşmıştı...
Çoraklaşmıştı; çünkü coğrafya işgal altındaydı. Fizikī coğrafya değil yalnızca.
Kültürel ve zihnî coğrafya işgal altındaydı asıl...
Coğrafyanın çocukları yabancılaşmış ve ruhsuzlaşmıştı!
Zihin, bana ait değildi.
Perspektif bana ait değildi.
Kavramlar bana, benim dünyama ait değildi.

Bir yanlışlık vardı.

Bir yerlerde büyük bir yanlışlık yapıldığı o kadar aşikârdı ki...

ŞEZLONGUNUZA DÜŞERDİ, ÖLÜM...

KİMSENİN UMURUNDA DEĞİLDİ, GÜLÜM!
Bu ülkenin çocukları
kendine olan güvenlerini yitirince, hem rotalarını, hem de yörüngelerini de yitirdiklerini hissediyor gibiydiler
; ama sadece hissediyor gibiydiler...
Çünkü hiçbir şeyin tadı yoktu, ruhu yoktu; hiçbir şey heyecan ve coşku vermiyordu.
Kuru ve yavandı hayat: Hayat yoktu aslında yaşanacak... Yaşanmaya değer olacak... Hayata anlam katacak bir dünyası, ufku, umudu, koordinatları, anlam haritaları yoktu, yok olmuştu burasının:
Bizim hapishanemizdi burası. Tımarhanemizdi artık!
Şizofrendik hepimiz: Çift kişilikli kişiliksiz, kimliksiz, acıklı kişiler!
Arabesk’le eurobesk arasında debelenip duran, sonra da bir haltmış gibi birbirine hönküren korunaksız kalelerinden...

O yüzden birbirimizle boğuşup duruyorduk; duruyoruz da hâlâ!

Ülkede cinayetler almış başını gidiyor: İnsanlar, birbirini, en sevdiklerini üstelik de, testereyle doğruyor, parçalara bölüyor, bir poşete koyup çöpe atıyor/du artık!

Şiddetin şiddeti bundan yüksek, bundan daha ürpertici olabilir miydi?

Şezlongunuza düşerdi ölüm...
Kimsenin umurunda değildi, gülüm!
İnsanın bedeninin parçalanıp sonra da torbaya doldurulup çöpe atılması, bu toplumun hapishaneye, tımarhaneye dönüştüğünün göstergesi değil de neydi ki?

İnsanı aziz kılan, eşref-i mahlûkât bilen, İslâm medeniyetinin insan yeşerten muazzez gökkubbesi çökmüş, yerine, hiç bir şey ikame edilememişti.

Bunu, yeni düzeni kuran adamların yetiştiricisi, Kadro hareketinin beyni,
Şevket Süreyya Aydemir,
aynen böyle söylemişti: “
Her şeyi yıktık ama yerine hiçbir şey yapamadık.

Daha ne desindi ki!

Büyük bir vakum oluşmuştu: Her şeyi yıkıcı bir
anlamsızlık
, hayatı çöle çevirici bir
boşluk
, ürpertici bir anlam karmaşası.
Deizmin
en münbit tarlasıydı burası.
Bir adım sonrası
ateizm
olacaktı.

Kaçınılmazdı bu.

HAYATTA EN HAKÎKÎ MÜRŞİT,
“EZBERLERDİR” PAŞAM!
Hayatta en hakikî mürşit, “ezberlerdir”, paşam!
Zihnimizi iğdiş eden, beynimizi felçleştiren, ruhumuzu çalan, bizi celladımıza âşık yapan, bu topraklara yabancılaştıran, mankurtlaştıran ayartıcı ezberler;
bizi sadece ağlarına hapseden, ağlarına bağlayarak zihnen boğan, kendimize düşman yapan, bizi bizden uzaklaştıran ve ruhsuzlaştıran pozitivist ç/ağdaş hurafeler!

Türkiye’nin en temel sorunu, eğitim sorunu.

Eğitim sorununu çözmenin başlangıç yolu
: Sömürgeci, mankurtlaştırıcı, çocuklarımızı hem ailelerine hem ülkelerine yabancılaştırıcı, şizofren, çift kişilikli, şiddete teşne,
çağdaş hurafelerle beslenen tuhaf yaratıklara dönüştüren bu şiddet yüklü eğitim sistemini yıkmak!
Çocuklarımızın ruhlarını çalıyorlar bayım, ruhlarını!

Çocuklarımızın ufuklarını karartıyorlar, umutlarını söndürüyorlar ve cellatlarına âşık ediyorlar, yaşarken öldürüyorlar çocuklarımızı!

Burası neresi?

Sömürge ülkesi mi?
-İyi de, biz sömürülmedik ki!
Sen öyle zannet! Bedenimizi kurtardık ama ruhumuzu yok ettiler bizim, ruhumuzu!
#Türkiye
#Sömürü
#Medeniyet Buhranı
#Coğrafya
#Şevket Süreyya Aydemir
5 yıl önce
Hayatta en hakîkî mürşit, “ezberlerdir”; ruhumuzu yok eden ç/ağdaş hurafeler!
X’e kısıtlama an meselesi
Musevî bir yasadan Kızıl Düve miti üretmek
Sosyal çürüme yazıları 2: Her türden bağımlılıklar cumhuriyeti
Bir bu eksikti...
IBAN veren esnafın katli vacip mi?