YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan

  Arşivden Arama

  I Explorer Kullanıcıları, TIKLAYIN.

 

Çocuklar: En zayıf yanımız

Zaten, "Yurdun iftarından uzak kalmanın gamı ruhuma hadsiz bir gurbet akşamı" yaşatırken, soğuk mu soğuk bir havada annelerinin, babalarının, ağabeylerinin kollarından tutarak, sımsıkı sarılarak götürdükleri savaş mağduru çocukları tesadüfen görünce içim burkuldu ve büsbütün hüzne kapıldım.

Kılavuzum, bu çocukların savaş esnasında hepsinin şehirde olduklarını, başka yerlerdeki akrabalarının yanlarına gidemediklerini söyledi. Gitmek istemişler fakat gidememişler. Canlarını kurtarmak için bile bir çıkış yolu bulamamışlar. Her yer sarılmıştı ve her taraf ölüm ormanları ve ölüm tarlaları ile doluydu. Oynamak istedikleri parkta "bom" sesleri vardı ve öcü gibiydi. Bu "bom"lar arkadaşları ile parkta patlattıkları bom'lara benzemiyordu. Dokundu mu, oyundan değil cidden öldürüyordu. Evlerin içleri bile güvenli değildi. Hele yüksek yüksek binalar hiç değildi. Evin yüksekliği bombalara davetiye çıkarıyordu adeta. İşte ben burdayım gelin, der gibi duruyordu. Sımsıkı kapanmış pencereden gelen bir kurşun rahat bırakmıyordu onları saklandığı yerde bile. Bazen de kurşun duvarları delip geliyordu. Böyle aylar ve yıllardır uykusuz ve aç kaldılar.

Savaş zamanında kimi ya yeni doğmuştu, ya da birkaç yaşında "bom" seslerini oyundan ibaret sanıyorlardı. Fakat o korkunç günlerin uzamasıyla büyükler bile korkuyordu bu oyundan. Bu oyun bir cehennem oyununa benziyordu. Mesela bir ev yanıyordu karşı yakada, komşuları kan kaybından ölüyordu. Sıkıcı bir oyundu ve bir türlü bitmek bilmiyordu. Bu oyunda bütün bir aile koyun koyuna evin kuytu bir köşesine saklanıyordu.

Savaşı bizzat yaşamış ve düşmanla burun buruna savaşmış mağdurlara şehrin her yerinde sık sık rastlıyorsunuz. Fakat onlardan çocuklar kadar etkilenmiyorsunuz. Kimi koltuk değnekleri ile gidiyor, kimi bir köprü başında plastik bacaklarını çıkarmış dilencilik yapıyor. Kiminin bir kolu yok, kimi yüz ameliyatı geçirmiş. Ama bütün bunlar bile o çocukların görüntüsünü unutturamıyor.

Ailesinin yardıma muhtaç kendi çocuklarını özürlüler okulundan alıp götürdüğü o alandan iftara yakın bir saatte ayrılırken, onlarla aynı dili konuşan yüzlercesini kardeş ilan eden ve kardeş yapan Mustafa amcalarını düşündüm. Tabii ki onların bu halinden bile kendisini sorumlu hisseden "şirin" amcalarını.

Bu halet-i ruhiye içinde bir lokantaya girip tıkınamazdım. Ölülerine asi nice bin dirinin aralarından koşarcasına ilerleyerek şehrin kenar bir semtinde yüksekçe bir yerde bulunan şehitliğe tırmandım. Elimde üç hurma tanesi vardı. Ortalığa genzi yakan kötü bir kömür kokusu hakimdi. Minarelerin yeni yanan ışıkları belli belirsiz seçiliyordu. Ve her taraftan değişik şivelerle ezan sesi gelmeye başladı. Yakındaki tarihî caminin müezzininin ezan okuyuşu beni dört yüz sene öncesine götürdü. Muhtemelen, 16. asrın sonlarında padişahların iskân politikasının bir gereği olarak Dülkadiroğulları'nın merkezinden alıp buraya yerleştirdiği bir grup insanın içinden birinin yedi-sekizinci göbek torunuydu bu ezan okuyan. Yoksa Prizren nireee, Maraş nire!..

"Prizren'de Maraş Mahallesi" başka bir yazının başlığı.


17 ARALIK 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...