YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan

  Arşivden Arama

 

 

Kemalizm'den Bonapartizm"e mi?

Orgeneral Kıvrıkoğlu'nun, 30 Ağustos resepsiyonunda yaptığı açıklamalar, "hesap edildiği gibi" gereken medyatik ilgiyi topladı..

Ve doğal olarak, "beklenilen" olumlu ya da olumsuz tepkiler de, seslendiriliyor..

Gerçekçi olmalıyız..

Türkiye'deki rejim, hukukun üstünlüğüne dayalı, sivil ve çoğulcu bir "anayasal demokrasi" değil..

Türkiye'de, "yürütme"nin, "yasama"nın, "yargı"nın söz konusu olduğu "Kuvvetler Ayrılığı" da, pek geçerli sayılamaz..

Yarı-askeri demokrasilerde, "kuvvetler ayrılığı" denilince, akla daha çok "Kara-Deniz-Hava" kuvvetleri gelir..

Bu tabloyu da, Türkiye'ye özgü bir durum sanmayalım.. Çağımızda "3'üncü Dünyalılık" denilen olgunun ana özelliği, "asker"in "politika"daki ağırlığıdır..

Batı dünyasında ise, asker güdümlü veya katkılı anayasal modellere, "Bonapartizm" denilir..

Bu kavram ilk defa, Napolyon'un yeğeni Louis Bonaparte, 1851'de bir darbe ile Fransa'nın yönetimine gelince, Karl Marx tarafından kullanılmıştır. Louis Bonaparte, Fransa'yı "3'üncü Napolyon" ünvanı ile, 1852-1870 arasında, imparator kimliğine sahip olarak yönetti..

1848'de, Fransa'da işçiler ve özgürlükçü aydınlar devrim girişiminde bulununca, o zamanki Fransız burjuvazisinin (veya kapitalist sınıfların) gücü, devrime karşı direnmeye yetmemişti.. Bunun üzerine Louis Bonaparte'yi "sınıflar üstü lider" konumunda sunup, Fransız Ordusunun desteği ile, rejimi dondurdular.. Devrim girişimleri kanlı biçimde bastırıldı.. Fransız kapitalizminin gelişmesi ve emperyalist genişleme, güvence altına alındı..

Karl Marx, "The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte" kitabı (1851) ile, bu tür yarı-askeri rejimlere "Bonapartist" denilmesini başlatmış oldu..

Bir ülkedeki kapitalist sınıfların gücü, çıkarlarını korumaya yetmiyorsa, bir kişinin veya bir kesimin, orduyu arkasına alarak yönetime el koymasına ve böylece "istikrar"ı sağlamasına, Marksist terminolojide "Bonapartizm" deniliyor..

Günümüzde ise, Latin Amerika ve Afrika'daki askeri ve yarı-askeri rejimlere (veya askeri demokrasilere), "sağ Bonapartist" ya da "sol Bonapartist" denilmesine, siyasal bilimciler arasında yaygın biçimde rastlanıyor..

Örneğin Şili'nin Pinoşe'si, Endonezya'nın Suharto'su "sağ Bonapartist"tiler.. Bu modelde, Batı dünyası ile sıcak ilişkiler sürdürülür, yabancı sermaye teşvik edilir, "anti-emperyalist" retorik fazla seslendirilmez.. Şu anda, Kenya'nın Arap Moi'si, Pakistan'ın General Müşerref'i de, sağ-Bonapartist örnekler arasında..

Buna karşı, İran'daki Humeyni, Irak'taki Saddam, Mısır'ın Nasır'ı, Arjantin'in Peron'u, "sol Bonapartist" örnekler.. Bunlar daha populist (veya halkçı), anti-Batı'cı, daha devletçi..

Bütün bunları biliyoruz..

Bizim sorunumuz, bu satırların yazarı gibi, hukukun üstün olduğu özgürlükçü ve sivil demokrasiden yana olan düşünce sahiplerinin, "gerçeğe" uymak yerine, "özlenen"i, varmış gibi sayıp, hep şaşırmamız ve hep yakınmamız..

Aslında bu dramın kaynağında, "Kemalizm"in iç çelişkileri var..

Mustafa Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyetin, aşamalarla önce demokrasiye, sonra da Batı demokrasi ile entegrasyona girmesi, "Kemalizm"in bir boyutu..

Diğer boyutta ise, otoriter, devletçi, içe-dönük, tekilci bir yönetim modeli var..

Doğrudan askeri müdahalelerde, (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül), hep "ordu kışlasına dönmeli" derdik ve bu olurdu..

"28 Şubat post-modern müdahalesi"nde ise, ordu kışladan çıkmadı.. Buna karşı sivil toplumun kurumları (partiler, medya, üniversiteler, v.b.), militarize edildi..

Şimdi, Genelkurmay Başkanı'nın, yargıya, siyasete, idareye müdahale eden demeçleri ve MGK'nın siyaset-üstü gücü, doğal karşılanıyor..

Yani "Kemalizm"in, "Bonapartizm"e dönmesi süreci var sanki önümüzde..

ŞAKA

Sayı ile hizaya gel!.

Savcının iddianamesine göre, bu aşamada Fethullah Gülen'in fiili, "tek kişilik silahsız çete oluşturmak"..

Ama vakıflar, şirketler, okullar, dershaneler de, örgüte dahil edilirse, "çeteciler"in sayısı inanılmaz rakamlara ulaşacak..

Ne dersiniz?

"Dünyanın en kalabalık sanıklı davası"nın eşiğinde miyiz?

GERÇEKLER

Yönetimde boşluk doldurulur!.

Siyasetin ve yönetimin, değişmez kuralı var..

- Boşluk bırakılmaz.. Boşlukları mutlaka birileri doldurur!.

Türkiye'de şu anda Milli Güvenlik Kurulu'nun Parlamento'dan daha güçlü ve Genel Kurmay Başkanı'nın Başbakan'dan daha etkili gibi görünmesi, "sivil siyaset"in ve "seçilmiş siyasetçiler"in, büyük ayıbıdır..

Başbakan Ecevit, bütün siyasi geçmişini inkar eden bir görünüm içindedir.. Meclis tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı'na karşı yıpratma kampanyası açıp, "hukukun üstünlüğü" istemini, "devlet krizi" şeklinde sunabilmektedir..

Ama davetli olduğu bir mekanda, kendisine bağlı bir askeri bürokratın, yargıyı, siyaseti, idareyi yönlendirebilecek demeçleri karşısında, aklına "devlet krizi" kavramı gelmemektedir..

Bakan olmadan önce "Avrupa'ya giden yol Diyarbakır'dan geçer" diye esip gürleyen ANAP'ın Mesut Yılmaz'ına, eleştiri yöneltmeyi, gereksiz görüyoruz..

Ama sonuç ortadadır..

"Seçilmişler", boşluk bırakmıştır..

Bu boşluğu, Cumhurbaşkanlığı ve yüksek yargı (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay) tek başlarına dolduramaz..

"Medya" ve "sermaye" ise, rotalarını "kim güçlü"yü gözleyerek çizeceklerdir..


2 EYLÜL 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

Mehmet BARLAS

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...