|
Biraz da biz ölelim
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında, yaşını başını almış bir akademisyen "cumhuriyetin bize kazandırdıkları"nı anlatıyordu. Cumhuriyetle birlikte ülkemizde "Ortaçağ"a son verildiğini, çağdaş aydınlanma sürecinin başladığını, falan filan...
O "başlatılmış" diyordu ya, önemi yok.
Mantık, "hususen" anakronik olunca bir şey farketmiyor.
Ne var ki, Avrupalı ulusların 1500'lü yıllarda idrak ettiği Ortaçağ'la, kahraman ve seciyesi yüksek ulusumuz ancak yirminci yüzyılın hüküm sürdüğü 1900'lü yıllarda tanışabiliyor.
Elbette, Avrupalı uluslar Ortaçağ'a son vermek ve Rönesans reformlarını bihakkın hayata geçirebilmek için, ikiyüz yıl süren kıyım, kırım ve kıtlık sürecinden geçti; çok kan döküldü, çok ocaklar söndü, çok acılar çekildi.
Ama kahraman ve aynı oranda seciyesi yüksek ulusumuz, hiç zahmet çekmeden, hiçbir acıya garkolmadan, tabir caizse "hiçbir masraf yapmadan" bir gecede Ortaçağ'dan çıkıp çağdaş uygarlık düzeyine ulaşıverdi.
Nasıl oldu bu? Daha doğrusu, kim yaptı bunu?
Cevap:
"Radikal cumhuriyetçiler..."
Peki, Türkiye'nin Ortaçağı'nda, gerçekte, insanların zulüm altında inim inim inledikleri "baskıcı" bir rejim mi hüküm sürüyordu?
Tarih öyle demiyor.
"Türkiye'nin Ortaçağı" sayılan 1900'lü yıllarda, Hareket Ordusu'nun engelleyici katkılarına rağmen, İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş, Sultan Abdülhamid'in 33 yıl düşe kalka yürüttüğü başkanlık sistemi yıkılıp, yerine çok partili parlamenter sistem ikame edilmişti.
Prof. Çağlar Keyder'e göre, 1908'in özgürlükler ortamı, cumhuriyet rejimine göre daha ileri bir noktadaydı.
Meşruti monarşi 1908'de yürürlüğe girmiş, birden fazla parti "böylece" örgütlenme imkanı bulabilmişti. Temsil mekanizması ise, kültürel aidiyetler gözetilerek oluşturulmuştu. Örneğin, Türkiye'nin Ortaçağı sayılan 1908'de, parlamentoda adlı adınca Lazistan ve Kürdistan mebusları bulunuyordu ve bu durum ülkenin bölünmez bütünlüğüne halel getirmiyordu. Ayrıca, hiçbir "seçilmiş", siyasal düşüncesinden dolayı takibata uğramıyordu.
Radikal cumhuriyetçiler Türkiye'de Ortaçağ'a son verdi.
Sonra ne oldu biliyor musunuz?
CHP dışındaki tüm siyasî partiler tasfiye edildi. 1926 yılında "Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası", 1930 yılında "Serbest Fırka" kapatıldı.
Sonra İstiklal Mahkemeleri süreci...
Millî Kurtuluş Mücadelesi'ni başlatan ve 1920 yılında Ankara'ya taşınarak TBMM adını alan "Osmanlı Mebusan Meclisi"nin bazı üyeleri de, ya parlamento dışında bırakıldı, ya da 150'likler listesinden sürgüne gönderildi. Bu cümleden olarak, TBMM'nin alaşağı edilmesiyle sonuçlanan dört askerî darbeyi de "cumhuriyetin kazanımları" hanesine yazabiliriz.
Yaşını başını almış akademisyen, ne hazindir ki, cumhuriyeti hâlâ "karşıtlık ilişkisi" içinde düşünüyor:
Cumhuriyet iyidir, monarşi kötü...
Sömürgen olmak daha da kötü...
Dolayısıyla, cumhuriyet, biz şaşkınlar için bir "lütuf"tur.
"İngiliz monarşisi mi, Türk usulü cumhuriyet mi?" sorusuna ise, doğal olarak cevap vermiyor. Şimdi kalkıp "Hayır, ben monarşi istiyorum" desem, Sayın cumhuriyet savcıları yakama yapışacak.
Demiyorum.
Monarşiye karşıyım, ama demokratik olmayan bir cumhuriyeti de, amiyane tabiriyle, pek kazımıyorum. Ben, Avustralya halkı gibi sömürülmek (!), "demokrasi" rejimi altında inim inim inlemek istiyorum.
16 HAZİRAN 2000
|