YeniSafak.com “ Türkiye'nin birikimi... ” Yazarlar

 
Ana Sayfa...
Gündem'den...
Politika'dan...
Ekonomiden...
Dünya'dan...
Kültür'den...
Yazarlar'dan
Spor'dan
Dizi...

  Arşivden Arama

 

 

Aynı çözüm, ifade farklı

Dün, Yeni Şafak'ta, iki ayrı yerde, 'ümmet' sözcüğü geçti: İlki burada, Malezya başbakanı Mahathir Mohamad'in İslâm Zirvesi'ni açış konuşmasını aktarırken; diğeri de haber sayfalarında, Org. Atilla Ateş'in Kara Kuvvetleri'nin kuruluş yıldönümü konuşması vesilesiyle... Malezya başbakanı, 'küreselleşme' tehdidi karşısında İslâm Dünyası'nın fazla parlak görünmeyen geleceğine yönelik bir iyileştirme ve çözüm önerisi olarak 'ümmeti savunup değerlerini yaymaya çalışmak'tan söz ediyordu; Org. Ateş ise, suçlayıcı bir dille, "Bizi millet anlayışından ümmet anlayışına çekmeye çalışan vatansız akılsızlar" diyordu...

İlk bakışta, aynı konuda taban tabana zıt görünen iki yaklaşım... Oysa, başbakan Mahathir de Org. Ateş de, benzer tehditlere bakarak muhtemelen birbirine yakın iki 'kurtuluş reçetesi' düşünüyorlar, ancak biri, önünde konuştuğu devlet başkanları, başbakanlar ve bakanlar sebebiyle, bunu, 'ümmet' fikrini vurgulayarak yaparken, diğeri 'ümmetçi' yaklaşımı 'vatansız akılsızlık' olarak gördüğünü ifade etmek ihtiyacını duyuyor...

'Ümmet', epey bir süreden beri, ülkemizde fazla yüz verilmeyen bir sözcük; "Ümmetçi" denildiğinde pek çok kişinin aklına, "Aynı inanç halkasına giren insanların birlikteliğini savunan" kişi gelmiyor, kendi vatanıyla başka ülkeler arasında hiçbir fark görmeyen, gözü dışarıda birileri anlaşılıyor... 'Ümmetçi', Türkiye'de yerleşmeye başlayan güncel literatürde, 'vatansız' ile eşanlamlı kullanılan bir sözcük...

Oysa, sözcüğün Türkçe tarafından ödünç alındığı İslâm literatüründe, 'ümmet' ilk akla geldiği gibi 'ulus' yerine ikame edilen bir sözcük değil. İnsanlar, doğdukları ve yaşadıkları yer itibariyle sadâkatle mükellef oldukları bir 'ulus'a sahipler elbette; ulus mensubiyetinin yüklediği yükümlülükleri yerine getirmekle de sorumlular. Ülkelerini ve aynı ulusa mensup başka fertleri sevmek, o bağla iftihar etmek doğal ve bu sebeple de olumlu bakılan bir duygu. Müslüman 'vatansız' değil, tersine 'vatanını seven' ve tarihin tanıklık ettiği gibi onun uğruna canını vermekten çekinmeyen insandır...

Sözün kısası şu: 'Ümmet' ile 'ulus' (millet) birbirinin zıddı veya biri olunca diğerinin yok olması gereken iki kavram değildir.

'Ümmet' İslâm terminolojisinde ilk akla gelen anlamıyla 'inananların birlikteliği' demektir; bu tamam... Bu yönüyle de 'uluslar-üstü' bir birlikteliği karşılar. Aynı inanç halkasına giren insanlar, onun bir altında, uluslar halinde yer alırlar. Ulusa mensup bir fert (yani vatandaş), inanç (veya çıkar) birlikteliği ile bir üst kurumda başka ulusların mensuplarıyla buluşur. Tıpkı, herbiri ayrı ulustan olan Alman, İngiliz, Fransız, İspanyol ve Yunanlı'nın, ülkeleri Avrupa Birliği (AB) üyesi olduğu için, aynı zamanda bir üst-kimlik olarak 'AB vatandaşı' olmaları gibi... AB üyesi olduğu için Fransız'ın Fransa vatandaşı olmaktan çıkması veya ulusunu sevmemesi gerekmiyor...

Bugün Müslümanlar tarihlerinin en zelil durumunda oldukları için 'İslâm ümmeti'ne mensubiyet fazla bir değer taşımıyor; hatta bir çoklarının kulağına pek şık da gelmiyor böyle bir kimlik... Ancak, ulusların bir üst-kuruluşta (AB, NAFTA gibi) buluştukları, 'ümmetçi' yaklaşımın modalaştığı günümüzde, bir milyarın üstünde bir nüfusun, çeşitli uluslardan müslümanların, benzer bir birliktelik için işbirliği yapamamaları, herbiri için büyük bir eksiklik...

Hayli çetin olacağı şimdiden belli 'küreselleşen' dünya, bireylerin ve ulusların tek başına üstesinden gelemeyecekleri çok karmaşık sorunlara gebe. Mahathir Mohamad'in anlatmaya çalıştığı gibi, yarının dev sıkıntılarını aşabilmek için, bireylerin birlik içerisinde uluslarını güçlendirip sağlıklı bir zeminde tutmaya gayret etmeleri, bu arada yakın özellikler taşıyan diğer uluslarla beraber daha bütüncül bir davranış tarzı sergilemeleri gerekiyor. Kendi başına kalanlar, yarının dünyasında Global Sistem tarafından dışlandıklarını görecekler...

Türkiye'nin AB'ye üye olma arzusu, onun bir başka uygarlığın esaslı bir rüknü olduğu gerçeğini perdelemez. Zaten öyle olsaydı, İslâm Dünyası'nı ekonomik, sosyal ve siyasal alanda güçlü ve birarada tutmayı hedefleyen İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) içinde ne işi vardı Türkiye'nin? İKÖ'nün genel sekreterliğini bir Tük diplomatının üstlenmesi için bu kadar çabayı neden sarf ediyoruz ki?

Türkiye Batı'nın gözünde bir değer taşıyorsa eğer, bu, biraz da, onun farklı uygarlıkların kesişme noktası olma özelliğinden geliyor.


30 HAZİRAN 2000


Kağıda basmak için tıklayın.

Fehmi Koru

 


Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar | Spor | Bilişim | Dizi
İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV

Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED

Bu sitenin tasarım ve inşası, İNTERNET yayını ve tanıtımı, TALLANDTHIN Web tarafından yapılmaktadır. İçerik ve güncelleme Yeni Şafak Gazetesi İnternet Servisi tarafından gerçekleştirilmektir. Lütfen siteyle ilgili problemleri webmaster@tallandthin.com adresine bildiriniz...