|
Benim Yılmaz Güney'im...

Yılmaz Güney yalnızca bir oyuncu, bir sinemacı, yoksulların ve düşkünlerin Robin Hood'luğuna soyunan bir "kurtarıcı" değil, aynı zamanda bir "fenomen"di.
Çok güzel, çok güneşli bir gün; hava kar topluyor. Aylardan Şubat. Yeni Melek Sineması'nda Yılmaz Güney'in "Vurguncular" filmi oynuyor. Çifte tabancalı iki adam... İkisi de ellerini çaprazlama göğsüne kavuşturmuş. Siyahlara bürünmüşler. Yakada, bordo-kırmızı, dil gibi dışarı sarkmış mendil. Kafada siyah melon şapka. İtaliano gömleğin üzerine sarkıtılmış süslemeli boyun bağı. Ağızda kürdan.
Pis ve hınzırca sırıtıyorlar.
Kime sırıtıyorlar?
70'li yılların saf devrimcisi bu soruyu "burjuvaziye" diye yanıtlayacaktır. Yılmaz Güney "devrimci sinema"nın en büyük aktörlerinden değil miydi? Hem yazıp hem oynuyor, hem de oynadığı her filmde burjuvaziye giydirmiyor muydu?
Oysa "Vurguncular", kötü bir Coppola taklidiydi; rejisörlüğünü de, aklımda yanlış kalmadıysa Atıf Yılmaz yapmıştı. Hani şu, hem "Adı Vasfiye", "Ah Belinda", "Selvi Boylum Al Yazmalım" gibi Yeşilçam'ın fevkinde işler çıkarmış, hem de "Deli Yusuf" benzeri zevzekliklere imza atmış "usta" yönetmen.
O çok güzel, o çok güneşli, o kar toplayan dupduru Şubat öğleden sonrasında, 12.30 matinesinde "Vurguncular"a yetişmek için okulu kırmıştım.
Yılmaz Güney benim yaşayan kahramanımdı.
Benim gibi "taşraya yazgılı" milyonlarca çocuğun...
Bütün bir çocukluk ve yeniyetmelik düşlerimi onun pis ve hınzırca sırıtan; biraz kaba, biraz vurdumduymaz, ama makul ölçülerde müşfik ve "arkadaşça" fotoğrafı doldurdu.
Yoksul, güçsüz ve zavallıydık.
Yılmaz Güney yoksulları seviyordu.
Çok isteyip de sahip olamadığımız dünya nimetlerinin tümünü elinin tersiyle itmişti. Üstelik çirkindi, üstelik esmerdi. Çirkinliği ve esmerliği bize, bulgur ve tarhanayla beslenmekten zekâsı standardın az altında gelişmiş Doğu'nun "güneş yanığı" çocuklarına benziyordu.
Hemen herkesin, hepimizin içinde, bir gün onun gibi olmak, onun gibi silah kullanmak, onun gibi ata binmek, yoksulları ve düşkünleri gözetmek, kötüleri cezalandırmak ülküsü.
60'lı yılların Türkiye'si...
O dönemde, çoğu soluk, siyah-beyaz, ya da kahverengi ve koyu yeşile "dubleks" çekilmiş üç renkli filmleri, özellikle Yılmaz Güney'li olanları hiç kaçırmaz, gözümüzü kırpmadan, neredeyse her karesini hıfzımıza alarak izlerdik.
Evlerde, sokaklarda, oyun alanlarında, ellerinde hayvan leşlerinin çene kemiğinden çıkarılmış tabancaları, Yılmaz Güney gibi zıplayan, takla atan, yerlerde sürünen, ama mutlaka Ahmet Tarık Tekçe ve avanesini haklayan "esmer-karaşın" çocuklar.
Sonra ne oldu?
Kara kâbus gibi bir 12 Mart darbesi geçti çocukluk düşlerimizin üzerinden.
Öğrendik ki Yılmaz Güney, anarşistlere "yardım ve yataklık etmekten" cezaevinde yatıyor.
Anarşist ne demekti? Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan ne suç işlemişlerdi? Süleyman Demirel neden Başbakanlığı bırakmıştı da, hükümeti kurmak görevi alelacele Prof. Sadi Irmak'a verilmişti? Ordu neden darbe yapmıştı?
Bütün bu soruların cevabını, aklım ermeye, "Türkiye" adı verilen bu açık tımarhanede "düşünce" ve "siyaset" sorunları üzerine kafa yormaya başladıktan sonra çözecektim.
Yılmaz Güney yalnızca bir oyuncu, bir sinemacı, yoksulların ve düşkünlerin Robin Hood'luğuna soyunan bir "kurtarıcı" değil, aynı zamanda bir "fenomen"di.
Komünistti.
Hadi adlı adınca söyleyelim:
Kürtçüydü.
Hadi, daha da açık konuşalım:
Lumpendi.
Büyülü bir sinemaydı onunki. Hafif Coppola, az biraz Sica, çokça Ö. Lütfü Akat tadı filmlerinde... Sinemada "sosyal gerçekçilik" fikrini "Hudutların Kanunu"nun erişilmez yönetmeni Lütfü Akat'tan mı kapmıştı?
Ne hikmettir bilinmez, "şekavet devrimciliği"yle "sosyalizm"i harmanlayan nevzuhur kemalistler ölümünden sonra sahip çıktılar ona; kitaplar yazdılar, adına geceler düzenlediler. Sonradan işi öyle sulandırdılar ki, ondan bir "cumhuriyet devrimcisi" bile süzdüler. Yılmaz Güney'le aynı yıllarda doğmuş olmak dışında hiçbir ortak özelliği bulunmayan "68 kuşağı" mensupları, hiç utanmadan, düpedüz bir komünist ve Kürtçü olan bu sinema fenomenini "28 Şubat Atatürkçülüğü"ne, dolayısıyla geleneksel oligarşiye yamadılar.
"Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz"u okumuş olsalardı, böylesine gülünç ve acıklı hatalar yaparlar mıydı?
Yılmaz Güney "statüko"ya ve kurulu düzene karşıydı.
Kemalist değil, Stalinistti.
Türkiye'nin kurtuluşunun Sovyetler tipi bir devrimden geçtiğine inanıyordu. Arnavutluk Komünist Partisi Genel Sekreteri Enver Hoca'ya da yakınlık duyuyordu.
İyi bir sinemacı değil sadece, iyi bir yazardı da. İlk öykülerini gerçek adı olan Yılmaz Pütün imzasıyla yayımlamıştı. Sinemada ünlenmeden önce, bir öyküsünde "komünizm" propagandası yaptığı gerekçesiyle 1.5 yıl cezaevinde yatmıştı.
"Orhan Kemal Roman Ödülü"ne layık görülen "Boynu Bükük Öldüler" gerçek bir Çukurova destanıdır. "Çukurova" denilince akla ilk Yaşar Kemal gelir ya, kulak asmayın.
"Sanık"ta işkenceli bir sorgulama öyküsünü, "Salpa"da Türkiye gerçekliğine uyanmış bir "delikanlı"nın yine işkenceli/sorgulamalı macerasını anlatır.
"Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz", bana kalırsa Yılmaz Güney'in en iyi eseri. Ankara'da "Çinçin Bağları" adında yoksulluğun, veremin, koleranın kol gezdiği bir düşkünler yatağı bulunduğunu, ilk orada, tahammül ötesi acılarla kaleme alındığı apaçık o romanda öğrenmiştim.
Sert bir dili var Yılmaz Güney'in.
Şiirsiz, keskin, acımasız.
Türk okuru "Benim Adım Kırmızı" zıpçıktılıklarından ve Orhan Pamuk mamulü şapkadan tavşan çıkarma illüzyonlarından başını alıp Yılmaz Güney'i, daha doğrusu çırılçıplak "Türkiye gerçekliği"ni yeniden keşfeder mi?
Umut...
Yine çok güzel, yine çok güneşli, yine kar toplayan dupduru bir kış ikindisinde Malatya Orduevi Sineması'nda "Arkadaş" filmini izlemiştim.
Asakir-i Cevdet Sunay, türban, sakal, bıyık türünden lüzumsuz ayrıntılarla uğraşmadığı için, 1 lirayı bastıran her sınıftan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, askerlerin işlettiği sinemalara girebiliyordu.
13 yaşındaydım...
Yılmaz Güney'in "dönüşüm"üne işaret eden "Umut" ve "Kızılırmak Karakoyun"u önceden izlemiş, pek birşey çıkaramamıştım.
Ama "Arkadaş" farklıydı.
Farkı, belki de Kerim Avşar ve Melike Demirağ'daydı.
O ilk izleyişte aklımda kalan, mütemadiyen isminin ilk harfinde şapka bulunduğunu hatırlatan Âzem, sorunlu baldız Melike Demirağ ve kötü kadın Azra Balkan olmuştu.
Bir de filmin müziği.
Şanar Yurdatapan'a mı aitti?
"Arkadaş", izleyişimde sükut-u hayale uğratmıştı beni. Hemen arkasından gelecek olan "Endişe"yi de, aynı şekilde, endişeler içinde izlemiş ve sözcüğün tam anlamıyla, dumura uğramıştım. Yılmaz Güney, Endişe filminin çekimleri sırasında, tabancasını çekip kurşunlarını takır takır Yumurtalık Savcısı Sefa Mutlu'nun üzerine boşaltmıştı; mevkuf bulunduğu için filmi Şerif Gören tamamlamıştı.
"Arkadaş"ı yıllar sonra Alkazar'da bir kez daha izledim.
Yılmaz Güney artık yaşamıyordu.
Paris'te sürgünde yaşarken kanserden ölmüştü. İstanbul sinemaları uzun bir aradan sonra "Yılmaz Güney filmleri toplu gösterimi"ne açılmıştı. O beğenmedikleri Turgut Özal sayesinde "12 Eylül"ün yasakları yumuşatılmış; sürgünlerle beraber, yasaklı eserler de Türkiye'ye dönüş yapmıştı.
İkinci izleyişimde anladım ki, "Arkadaş" Yılmaz Güney'in bugüne kadar çektiği en iyi film.
"Komünizan" niyetlerle kalkışmış, ama "ahlakçı" bir film çıkmış ortaya. Mesut Uçakan ağabeyimiz de aynı görüştedir: "Türk Sineması ve İdeoloji" kitabında uzun uzadıya Yılmaz Güney'in ahlakçılığından söz eder. Bunda, Yılmaz Güney'in "Doğulu" oluşunun, "büyük kent ahlakı"yla "burjuva ahlakı"nı özdeşleştirmesinin payı olabilir mi?
Tastamam öyle!
Yanlış bir politikanın peşinden ömrünü heba etmiş de olsa, Yılmaz Güney "bizden biri"ydi. Yeteneğini ve yaratıcılığını soğuk savaş koşullarına kurban vermeseydi, iki kutuplu dünyanın çekim alanına kapılıp erken komünizm rüyaları görmeseydi, mutlaka, ama mutlaka çok daha "tutarlı" eserler verecekti. Hele bir de 18 Şubat kıyımına tanık olsaydı... Belki bugün Kemal Tahir'leri, İdris Küçükömer'leri tartıştığımız gibi, oturup Yılmaz Güney'in sinemasıyla "yerli düşünce" arasındaki irtibatı araştırıyor olacaktık.
Bu yazı nereden çıktı?
Hürriyet'in ağzı bozuk yazarı Fatih Altaylı, Yılmaz Güney'i entelektüel olmamakla suçlayan bir yazı yazmış; iki haftadır Türk matbuatında fırtınalar kopuyor. Entelektüeldi, değildi. Yok lumpendi. Yok hışırdı. Yok kabadayıydı.
Entelektüel düzeyi tartışılmaz Serdar Turgut'la, Engin Ardıç'a lafım yok; ama, muarızlarını köpekler, şerefsizler, alçaklar diye suçlamayı "entelektüel faaliyet" sanan Fatih Altaylı, acaba bir kitabı, başından başlayıp sonuna kadar okuyabilmiş mi? Yılmaz Güney'inkiler de dahil, bugüne kadar kaç kitabı elden geçirmiş?
5 ŞUBAT 2000
|