Hürriyet Gazetesi'nden Serdar Turgut'un seri yazılarıyla gündeme getirdiği "Öteki Türkiye" çeşitli yönleriyle günlerdir basında tartışılıyor. Pekçok kalem erbabı, "Öteki Türkiye"yi ilk kez duyuyormuş gibi davransa da, bu kavram Türkiye için hiç de yeni değil.
Bu toprakların hiç de yabancısı değil "Öteki Türkiye". Osmanlı imparatorluğu'nun son yıllarındaki değerlerdeki hızlı değişimle birlikte, kişilerin konumları ve servetleri de yer değiştirmiş, pekçok insan için normal ekonomi mantığıyla izah edilemeyecek mali güç kazanımları ortaya çıkmıştı.
Dansöz yatağına para serdiler
Araştırmacı Feridun Ergin, Atatürk Araştırmaları Dergisi'nin 1986 Kasım sayısında; İttihat Terakki döneminde İstanbul'da açlığın başladığını anlatıyordu: "Gün gördükleri her hallerinden belli yaşlı erkekler ve çarşaflı kadınlar, geç saatlerde çalgılı gazinoların arka kapılarına, duvar diplerinden sokularak garson yamaklarından artık yiyecekleri ucuza satın almaya çalışıyorlardı. Müslüman mahalleleri sessizliğe gömülmüştü." İTC'nin, yandaşlarını kollayıcı kontrolsüz yönetimi bir de savaş şartlarıyla buluşunca ortalık rüşvetçi, irtikapçı, karaborsacıdan geçilmiyor, bu da halkın sefaletini daha da artırıyordu. Cemiyetin önde gelenlerinden biri olan Kara Kemal, İstanbul Şehremini Cemil Paşa'ya çuvalı 29 frank olan un varken, 32 franga kendisinin ithal ettiği unları aldırmıştı. Sonuçta ise İstanbul halkı bir okka ekmeğe 40 yerine 50 para vermeye başlamıştı. Kemal itirazlara, "Birbirimizi kollamayacak mıyız? Evet arada zıpırlık edenler oldu ama bu bile piyasaya bir canlılık getirdi. Ne olmuş operet Milioviç'in yatağı banknotlarla doldurulduysa? Orada mı kalmış? Piyasaya çıkmış, hemen ardından kürk, mücevher ve apartmanla değişerek" karşılığını veriyordu.
Cumhuriyet'in ilk yılları
Baştan ayağa yanıp yıkılmış bir ülke teslim alan Cumhuriyet yönetiminde de, "Öteki Türkiye" bizathi ana unsur olarak bulunuyor, yeni idarenin sonuçta birilerine iş yaptırmak zorunda oluşu ise ister istemez yeni fırsatçılara imkan sağlıyordu. Zaten dar olan mali pasta acımasızca paylaşılınca da geniş yığınlara yine sıkıntıyı çekmek kalıyordu. Yeni başkentte yerli halkın toprakları ya "kapatmalar" ya da kamulaştırmayla elinden çıkarken şehrin yüksek kesimleri ise hummalı bir imar faaliyetiyle pırıltılı bir hale geliyordu. Eski Ankara (Ulus) ve civarı ise sefalet içinde yüzüyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara isimli yarı belgesel romanında, "Zavallı Ankara halkı, muhasaraya uğramış bir şehirde gibi yarı ıslak çeşme ve kuyuların başında birbirleriyle kavga ediyordu" diye yazıyordu. Zekeriye Sertel de Hatırladıklarım'da Ankara'daki sefalete ilişkin şunları aktarıyordu: "Eski Ankaralılar'ın yaşayışları fakirce olmaktan da aşağıydı. Oysa, bu büyük kurtuluş savaşını onlar yaşamışlardı." Akçuraoğlu Yusuf Bey ise "Saraçoğlu Mahallesi'ndeki 642 dairenin her biri 23 bin 360 liraya inşa ediliyor, beri yanda ise sefalet var" diyordu.
Bol teşvik, bol kazanç
"Yerli müteşebbis"in korunaklı ortamı, ekonominin normal şartlarına uymuyor, geniş yığınlar aleyhine gelişmeler yaşanıyordu. Atatürk'le üç ay ülkeyi dolaşan Ahmet Hamdi Başar, halkın fakirleşmesi pahasına kolay para kazananları şöyle anlatıyordu: "İşte; demir telleri keserek çivi yapan, çiviyi dış piyasa fiyatının on misline satan, milli sanayi olduğu için demir tellerini de hammadde diye gümrüksüz sokan şu çivi fabrikası, eski bir medresenin yüksek duvarları arkasına kurulmuştur. Gümrük himayelerinin arkasında türedi bir sanayi kurmak ve içpazarı insafsızca istismara bırakmak suretiyle başlayan metot, emperyalistlerin müstemlekelerde kullandığı istismar metodunun en korkuncudur."
Ceket yakmıyorlardı ama...
Kazanılan büyük paralar doğruca lüks tüketime yöneliyor, ülkenin zaten kıt olan dövizleri avuç avuç yurtdışına gidiyordu. Gümüş çatal bıçak takımlarından süs eşyalarına, Avrupa mobilyalarından İran halılarına, Fransız şaraplarından Rokfor peynirlerine, Bohemya kristallerinden İngiliz porselenlerine kadar akla gelebilecek her türlü lüks mamul ithal ediliyordu. Köylünün durumu da iyi değildi. 1935 yılında Celal Bayar'ın hazırlattığı bir ankette, Türk köylüsünün kişi başına 31 lira 40 kuruş gibi korkunç derecede düşük bir gelirle geçinmeye çalıştığı, köylü başına günlük masrafın 8,5 kuruş olduğu belirtiliyor, "Bu kadar cüzi bir masrafı bile çiftçimizin nakden ödemesi mevzubahis değildir" deniliyordu. Falih Rıfkı Atay, "Durmadan vergileri artırıyorduk. Bütün milli kalkınma yükü milletin sırtında idi" diye yazıyordu. Dönemin yönetici ve aydınlarından olan Hamdullah Suphi Tanrıöver de, evine kömür taşıyan köylüye halini sorduğunda şu cevabı alacaktı: "Vaktiyle Abdülhamid zamanında paşalar bize, ver dediler, verdik; öl dediler, öldük. Onlar gitti, yerine başka paşalar geldi, (İttihat ve Terakki devrini kastediyordu) onlar da bize, ver dediler, verdik, öl dediler öldük; onlar gitti, yerlerine siz geldiniz. Siz de bize ver dediniz, verdik, öl dediniz, öldük. Şimdi bekliyoruz; bize ne vakit 'al' diyeceksiniz ?"
Atatürk: "Bunalıyorum çocuk"
"Doğrucu Davut" Ahmet Hamdi Başar Ziraat Bankası'nın fakir köylü yerine tüccara kredi verdiğini, tüccarın da faiş faiz oranlarıyla bu parayı köylüye aktardığını anlatıyordu. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekteri Hasan Rıza Soyak da, aynı konuyu Mustafa Kemal'e yansıtınca, "Bunalıyorum çocuk, büyük bir ıstırap içerisinde bunalıyorum. Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde mütemadiyen dert, şikayet dinliyoruz. Her taraf derin bir yokluk, maddi-manevi perişanlık içerisinde" cevabını alıyordu.
İşçinin de hali perişan
Sayısı pek de fazla olmayan işçi de zor durumdaydı. İstanbul Liman İşletmesi'nin 3 bin dolayında kayıkçısı, alacakları olan 25 bin lira için 1927 Ocağı'nda işi bırakınca yerlerine yeni işçiler alınmış, iki grup arasında çıkan çatışmada polis silah kullanmış ve on kayıkçı hayatını kaybetmişti. Nusaybin'de bir Fransız şirketinde çalışan işçilerin grevi de kanla bastırılmıştı. Ekonomik zorluk, küçük memuru da vuruyordu. 1926'da bir öğretmen maaşını alamadığı için intihar etmişti. Öğretmen yazdığı intihar metubunda, "Yarı çıplak ve aç, talebelerimin önüne çıkıp, hükümetin maarife layık gördüğü hakaretin sürünür örneği olmaya tahammül edemeyeceğim" diyordu. Öğretmenin alamadığı maaş ise 6 ile 9 lira arası birşeydi. Bu arada Ankara'nın güzelleşmesi için rapor hazırlayan üç yabancı mütehassıs ise bu işin karşılığında 150 bin lira almışlardı. Meclis Maarif Encümeni Mazbata Muharriri Ruşen Eşref Ünaydın, maaş ödeyememe durumunun ne kadar süreceğini bilmediğini, öğretmenlerin 600 kuruş ile geçinemediğini, bu yüzden biletçi, kontrol olan, hatta bakkal yanında çalışan öğretmenlerin bulunduğunu anlatıyordu.