|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İstanbul eski müftülerinden merhum Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı, bir kültür adamı olan Ermeni asıllı Dr. Yanıkyan'ın samimi bir arkadaşıymış. Kendisi anlatıyor. Muallimlik yaptığı günlerin birinde Dr.Yanıkyan'ın Aksaray'daki muayenehanesine uğramış. Muayenehanesine girdiğinde, Yanıkyan'ı sağında Kur'an tefsirlerinden Kadı Beyzavi, solunda Keşşaf, elinde Kur'an, tefsir mütalaa ederken bulmuş. Güzelyazıcı merhum, edip ve hoşsohbet bir insandı. "Dur" demiş "Sana gerçek bir olay anlatayım." Başlamış anlatmaya: Bizim hocalardan biri köylerden birine Ramazan cerrine çıkmış. (İstanbul'da medresede okuyan öğrencilerin üç beş kuruş harçlık için geçici olarak hocalık yapmalarına cerr denir.) Ramazan ayı boyunca namaz kıldırmış, vaaz vermiş, görevini yerine getirmiş. Bayram günü köylü birleşmiş bir şeyler toplamış vermiş hocaya. Hoca İstanbul'a dönerken yolda dinlenmek gayesiyle bir Ermeni köyüne girmiş. Günlerden Pazar olduğu için herkes kilisedeymiş, o da bir gideyim bakalım kilisede ne yapıyorlar diye gidip oturmuş arka sıraya. Papaz efendinin vaazını dinlemiş. Papaz vaazında Hz. Meryem'den bahsetmiş. Vaaz bitince papazdan izin istemiş "Hz. Meryem'i bir de ben anlatayım" demiş. Çıkmış kürsüye cerbezeli bir şekilde Meryem Sûresi'ni anlatmaya başlamış. Ermeniler'i coşturmuş. Hoca kürsüden inince papaz efendi cüppesini çıkarıp yaymış yere ve "verin bu hocaya, bu hocaya Müslüman diyenin ...."diye basmış kalayı ve hocaya bir ay boyunca Müslüman köyünde topladığının birkaç misli para toplayıp vermişler. Şimdi de sen önünde Kur'an, sağında Beyzavi tefsiri, solunda Keşşaf tefsiri. Bunları bırak sıradan Müslüman'ın anlaması her hocanın anlaması bile mümkün değil. Doktor sana Ermeni diyenin diyerek başlamış ve basmış kalayı.. Dr. Yanıkyan, "Yahu bu bahaneyle bana da iyi bir küfür ettin." diyerek takılmış Güzelyazıcı'ya. Garih hakkında günlerdir süregelen yorumları dinleyince merhum Güzelyazıcı'nın bu esprisi geldi aklıma. Bizde taşlar yerinden öylesine oynamış ki ölçüyü bir türlü tutturamıyoruz. Her şeyimiz abartılı. Sevgimiz de nefretimiz de. Birinden nefret ettik mi en küçük kusurunu ele alır onu dünyanın en rezil insanı gibi takdim ederiz. Birilerinde bir iyilik gördük mü de onu artık yere göğe sığdıramayız. Üzeyir Garih'in hayatından anekdotlar naklederek onu yere göğe sığdıramayışımız bu abartılı yanımızdan kaynaklanıyor. Garih'in her kesimle diyalog içinde oluşu, her kesime hoşgörü ile yaklaşmasını o kadar abartıyoruz ki, kimimiz onu gizli Müslüman ilan ederken kimimiz de tarihî bir caddeye adını vererek oradaki tarihi katletmeye kadar vardırıyoruz işi. Kimbilir belki de her türlü riyakarlığın, soygunun, vurgunun kutuplaşmanın, baskının, dayatmanın ve biribirimize üstünlük sağlama gayretlerinin zirveye çıktığı bir dönemde böylesine ortada durmasını bilmiş bir adamı görünce sevincimizden ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Hatta işi biraz daha ileri götürüp Mareşal Fevzi Çakmak'ı da işin içine sokuyor ve müteveffanın Nakşi olduğundan uzun uzun dem vuruyoruz. Döneminde tek parti zulmüne göz yumuşunu, hatta himaye edişini unutuyor, onun dindar olduğunu, üstelik de Nakşibendi tarikatına mensub bulunduğunu anlatıyor, böylece tek parti zulmüne bir de Nakşi kisvesi giydiriyoruz. Oysa Ermeni Yanıkyan olsun, Musevi Garih olsun bize bir arada yaşama kültürünü veren bir medeniyetin mirasını hatırlatıyorlar. Bir imam dinlenmek üzere bir Ermeni köyüne gidebiliyor, hatta kiliselerine girip papaz vaazı dinliyor ve hatta kilise kürsüsünde vaaz verebiliyor. Bir müftü efendi, Ermeni bir doktorla arkadaş oluyor ve randevusuz olarak muayenehanesine gidip onunla ahbablık edebiliyor. Farklı dinlerden farklı ırklardan farklı kimliklere sahip farklı insanlar biribirlerine tahammülün de ötesinde yakınlık gösteriyorlar, arkadaşlık yapıyorlar! Bana göre burada dikkat çeken ne Yanıkyan'ın ne de Garih'in Müslümanlığı değildir. Burada asıl dikkati çeken ya da dikkatlerin çekilmesi gereken nokta, Müslümanlar'a Musevi ve Hristiyanlar'la bir arada yaşama bilincini veren aynı şekilde Hristiyan ve Museviler'e Müslümanlar'la bir arada yaşamayı öğreten medeniyetin hoşgörü kültürüdür. Bu hoşgörü kültürünü veren başkası değil Osmanlı medeniyetinin ta kendisidir. Osmanlı medeniyetinin verdiği bu hoşgörü kültürü sebebiyledir ki, Müslümanlar gayrimüslimlerin hukukuna saygı gösterdikleri gibi insani ilişkilerde de gıpta edilecek bir diyalog sergilemişlerdir. Buna mukabil gayrimüslimler de Müslümanlar'a saygılı olmakta ve hoşgörülü davranmakta kusur etmemişlerdir. Hatta bugün kendisini Müslüman addeden birçok insan gerek duymazken, gayrimüslimlerin yaşadıkları topluma uyum ve saygı için çocuklarını İslami bilgilerle donattıklarını, namaz surelerini bile öğrettiklerini erbabı çok iyi bilir. Bu çocukların İslami bilgileri öğrenmeleri, namaz surelerini bilmeleri Müslüman çocuklarla arkadaşlık etmeleri, onların Müslüman olduğunun değil Osmanlı Medeniyeti'nde hakim olan hoşgörünün eseridir. Osmanlı, herhangi bir ithal malı ilkeye ihtiyaç hissetmeden asırlar boyu farklı dinden insanları, verdiği o hoşgörü kültürüyle –dış güçlerin tahrik ettiği zamana kadar- barış içinde ve gül gibi idare etmiştir. Garih'in Müslümanlar'la ve diğer din mensuplarıyla ilişkisi bu hoşgörü penceresinden bakıldığında çok rahat anlaşılacaktır. Ayrıca akıllı bir tüccar ve uluslararası bir siyaset adamı olduğu hesap edilirse daha da rahat anlaşılacaktır. Yok eğer bugün, başı sıkışanın hemen kalkan olarak kullanmaya kalkıştığı ve başörtülü olduğu için, cebinde takkesi bulunduğu için babası sakallı olduğu için insanların tehlikeli ilan edildiği yanlış ve yanlı olarak uygulanan laiklik penceresinden bakılırsa Garih'i anlayamayız, anlamak bir yana üzerinden cevşen çıktığı ve ofisinde ayet tabloları bulunduğu için Garih'e Müslüman hatta irticacı bile diyebiliriz. Bu konularda oynayan taşları yerine, ancak kültürümüzdeki hoşgörü penceresinden bakarak oturtabiliriz.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |