|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye benzeri, pimi çekilmiş bir bomba gibi patlamaya hazır toplumlarda sivil toplum örgütlerinin vazgeçilmez bir yeri ve önemi var. Çünkü onlar devlet kurum ve kuruluşlarının yaptıkları haksızlıklara karşı vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini savunurlar. Ayrıca onlar eğitimden sağlığa kadar, değişik alanlarda hizmet vermek için de birbirleriyle yarışırlar. Bu yüzden onlar bir toplumun can damarlarıdır. Bu bağlamda, demokratik ülkelerde en büyük sivil toplum örgütleri siyasi partilerdir. Onlar merkezden çevreye, çevreden merkeze doğru interaktif bir ilişki içinde olan örgütleriyle toplumların değişim ve dönüşümde büyük bir işlev yüklenirler. Türkiye'de "devlet" ile "millet" arasında ortaya çıkan paradigma farklılaşması siyasi partiler olmadan giderilemez. Onlar "devlet" ile "millet" arasında bir köprüdürler. Tayyip Erdoğan'ın Genel Başkanlığı'nda kurulan AK Parti geçen hafta sonunda Kurucular Kurulu'yla örgütlenme çalışmalarıyla birlikte gündemdeki sorunları değerlendirme toplantısı yaptı. Erdoğan "Anayasa" değişikliklerini şartsız desteklerken, nereden gelirse gelsin bütün "terörist" saldırıların karşısında olduklarını önemle vurguladı. Ayrıca ekonomik işlerden sorumlu sanayinin içinden gelen Genel Başkan Yardımcısı Ali Coşkun, "Anayasa" değişikliğinde olduğu gibi ekonomide de "büyük bir uzlaşma" çalışması yapmakla görevlendirildi. Artık ekonomiyi düzlüğe çıkaracak tedbirlerde bütün siyasi partiler arasında tam bir uzlaşma sağlamadan Türkiye'nin iflastan kurtulması gerçekten çok zor. Ünlü düşünür Friedrich A. Hayek'in dediği gibi: "Siyaset bir kere gelir pastasından pay almak için bir mücadele haline geldi mi, doğru dürüst hükümet olmak mümkün değildir." Türkiye'de siyaseti ülkenin kaynaklarına el koyma yarışına dönüştüren siyasi partiler, kendileriyle birlikte devleti de iflas ettirdiler. Her gün yeni boyutlar kazanan ekonomik krizin kaynağında, borçla ayakta duruyor gibi görünen iktidar partileri var. Onlar İMF'den büyük güçlükle alınan borçları, taraftarlarına dağıtmak için yarışıyorlar. Bunun için de, Rize'nin çayını, Konya'nın buğdayını, Ordu'nun fındığını, Adana'nın pamuğunu, Muğla'nın tütününü, İzmir'in üzümünü ve Aydın'ın incirini değerinin çok üstünde alma peşindeler. Türkiye'de hükümet "dostlar pazarda görsün" diye, iki kere ikiyi alırken beşe satarken de üçe getirebilmek için olağanüstü bir gayret gösteriyor. Bunun sonucu da, bütün kamu kurum ve kuruluşları elektrik ve su borçlarını ödeyemez hale düştü. Türkiye'de üretmeden tüketme, değerinin üstünde alma ve değerinin altında satma dönemi kapandı. Artık üretime katkıda bulunmayan kurum ve kuruluşların ayakta kalmaları mümkün değildir. Çünkü gelirlerini karşılamayan kurum ve kuruluşlar, ister kamu isterse özel olsun, varlıklarını sürdüremezler. Üretmeden tüketmeye denizler bile dayanmaz. Türkiye'nin üretim hacmini Batı ülkelerinin seviyesine çıkarabilmek için vakit kaybetmeden "ekonomide büyük bir uzlaşmaya" ihtiyaç var. Artık devlet ticaretten kesinlikle elini çekmelidir. Devlet'in alıcı ya da satıcı olduğu bir ekonomide verimlilikten söz edilemez. Verimli çalışmayan bir kuruluşu hiçbir güç ayakta tutamaz. Devletin ticaret yaptığı bir ülkede, haksız kazançlar katlanarak artar. Devletin gücü, toplumun üretim gücünden gelir. Ticaretin olmadığı yerde, üretim de olmaz.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |