T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Risk yönetiminden kaçınılırsa, kriz yönetimidavet edilir...

"Ulusal Ekonomik Program"ın açıklandığı gün Avrupa Birliği ile Türkiye'nin ilişkisine damgasını vuracak olan "Ulusal Program"ın aynı gün açıklanması tabloyu çıplaklaştırdı. Açıklanan bu programların başındaki "ulusal" nitelemesinin nasıl bir işleve sahip olduğu "meçhul", ama yürütülmesi gereken tartışmalar açısından bu duruma odaklanmak adeta fantazi hükmünde.

Bir kere en kesin olan şey, Derviş'in açıkladığı ekonomik programda, TBMM'nin yetkisine giren konularda bile "kesin" ifadeler kullanılırken, AB'ye giriş sürecine zemin teşkil etmesi gereken "esas" programda son derece muğlak ifadeler kullanılmış olmasıdır. Hatta, Merkez Bankası Başkanı, hazırlanan yeni 'Merkez Bankası Kanunu' hakkında konuşurken bile, Meclis'in yetkisindeki konuları kendilerinin nasıl düzenlediklerini anlatan bir dil kullanabildi. Buna karşılık Mesut Yılmaz'ın açıkladığı "Ulusal Program"ın özellikle "siyasi kriterler" bölümü somut karşılıklarının bulunması güç ifadelerle dolu. Açıkçası, 4000 maddelik "tedbir"i öngören ve yeni çıkarılması gerekenler ve yeniden düzenlenmesi işaret edilenler dahil 180'in üzerinde yasal çerçeve vadeden program, Türk iç politikası açısından ne kadar "gerçekçi" (?) ise, uluslararası düzen açısından o kadar "sanal" bir dile sahip.

İşin sırrı da burada zaten. Uluslararası bir entegrasyona katılmak üzere hazırlanan bir programın "siyasi geometri"sini, iç politikadaki "ayrışma" ve "eklemlenme" eksenleri belirlemiş oluyor. Bu da kanunlar düzeyinde yeniden yapılanmanın, "siyasi model" düzeyinde bir yeniden yapılanmaya neden işaret etmeyeceğini gösteriyor.

Mesut Yılmaz, açıklamaları sırasında programda AB açısından esas olanın "siyasi kriterler" olduğunu, gerisinin sonradan da gelebileceğini söyledi. Ve, "siyasi kriterler"in de "güncellenme"ye açık olduğunu sık sık belirtti. Bu açıklamalar, bu "siyasi kriterler" ile AB'ye tam üyelik müzakerelerinin başlayamayacağının farkında olunduğunu gösteriyor. Dar anlamda, koalisyonu oluşturan partilerin mutabakatını yansıtıyor program, geniş anlamda ise, post-modern darbe sonrasında Türkiye'nin içine düştüğü "sıkışmışlığı" ve "siyasi modelsizliği" işaret ediyor.

Aslında programa "herşeye rağmen ileri bir adım" gözüyle de bakılabilir, şekil şartlarının yerine gelmesi açısından. Çünkü, 4000 maddelik bir tedbir "belirlenmiş" ve kısa ya da orta vadeli zaman dilimleri içinde "konumlandırılmış" oldu. Yanı sıra, zaman içinde telafisi mümkün pek çok husus var. Yani şu aşamada görece yeterli görülebilirdi program. Bu yaklaşımı zorlaştıran şey, bu programla beraber AB'ye ilişkin çalışmaların ne tür bir siyasi irade ile şekillendirileceğinin belirginleşmesi oldu. Yılmaz, programı tatminkar bulmadığını ima ederek, koalisyon partilerinin bir uzlaşma metni olduğunu vurgulayarak, Hükümetteki partilerin iç siyasetteki "hesaplarının" programın biçimlendirilmesinde ne kadar "belirleyici" olduğunu "zımnen" dillendirmiş oldu. Böylece başında "ulusal" nitelemesi olmasına rağmen muhalefet partilerinin görüş beyanına bile açılmayan bir programın, siyasi iradenin "noktasal" müdahaleleri ile inşa edildiği ortaya çıkıyor.

İşte bu nokta, Türkiye gibi bir devletin, böyle bir programı hazırlarken, neden bu kadar "çekimser" davrandığını, anlaşılır "siyasi riskler"den bile neden uzak durduğunu izah ediyor. "Yöneten akıl", iç siyasi dengelerin "sabitleştirilmesi"ni ve "daimileştirilmesi"ni yönetimin tek dinamiği haline getirmiş olduğundan, bir "uluslararası entegrasyon"a dahil olunmaya çalışılırken, ortaya konan siyasi şemanın hakim rengi "Türkiye'ye özgü şartlar" polemiğinde boğuluyor, bu nedenle...

Oysa fazla çaba gerektirmeyen bir "risk yönetimi" ile çok daha dinamik, "ulusal" karakteri vurgulu ve AB'ye "hitap etme yeteneği çok yüksek" bir program hazırlanması mümkündü. Bunun yerine, hazırlanan ve her noktasında işin adını koymayı erteleme bagajları olan mevcut program ile Türkiye, iç politikadaki sıkışmışlığı, "genetik unsuru" haline getirmeye çalıştığı için, AB trenini kaçırma sınırına hızla yaklaşacaktır. Bu da Türkiye'yi "kriz yönetimi" ile olabilecek en derin düzeyde tanıştıracaktır. Açıklanan programa ilişkin AB tarafından sonbaharda hazırlanacak "ilerleme raporları" bunu açıkça ortaya çıkaracaktır. O güne kadar dinamik bir "güncelleme" süreci işletilmezse, "kriz yönetimi"nin egemenleşmesi kaçınılmazdır...


21 Mart 2001
Çarşamba
 
ÖMER ÇELİK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED