|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Nasıl da dolduruşa getirmişlerdi. Aralarında solculuğun "emek-sermaye çelişkisi"nden neşvü nema bulduğunu söyleyen, daha doğrusu "kavrayabilen" arkadaşlar vardı ve askeri darbenin gadrine uğradıkları için de kemalist değillerdi. Biz öyle sanıyorduk. Gerçek devrimciliğin üretimsizliğe, verimsizliğe, adaletsizliğe karşı savaşmak olduğunu söylüyorlardı örneğin; aynı tabelayı taşısalar da, Mustafa Suphi'yi Karadeniz'de boğduran "düzmece sol parti"den köşe bucak kaçıyorlardı. Faşizme de, goşizme de, oligarşiye de karşıydılar. Mehmet Ali Aybar'ın Türkiye İşçi Partisi'nden sonra ilk kez (onların çok sevdiği ifadeyle) sol bir inisiyatif düzenden, devletçi soygun sisteminden ve egemen güçlerin ideolojisi kemalizmden şekvacı oluyordu. Ve ilk kez sol bir hareket "bireyin özgürleşmesi" gereğinden sözediyordu; ülkedeki kirli savaşa son verilmesini, kimliklerin tarnınması yönünde bir politika izlenmesini istiyordu. Çünkü, onlara göre, farklılıkları "karşıtlık" gibi sunan, kimlikleri külliyen reddeden "ulus devlet" anlayışı iflas etmiş, globalizmle birlikte toplumun önünde yeni ufuklar açılmıştı. Özelleştirmeyi bile savunuyorlardı. Belirleyici güç olmasalar da, pekala bir çeşni, bir "nostaljik tad" olarak renk katabilirlerdi Türk siyasetine. Seçim kazanmak şart değildi. Zaten, bugüne kadar bağımsız hiçbir seçimi kazanamamışlardı. Marjinallerin, sonradan görme burjuvaların, tırnak kemiren kızların ve şizofreniye tutkun aristokratların seslerini yükseltebilecekleri "legal" bir platform oluşturmaları bile bir "iş", küçümsenemez bir "başarı"ydı. Olmadı. 28 Şubat sürecinde su koyverdiler. Eski aristokrat, yeni lumpen "Parti Meclisi" üyesi çıktı, gerçek ve evrensel devrimciliğin "irticayla mücadele"den geçtiğini söyledi ve tabii ki halt etti. Zaten genel başkanları da, bir süredir "liberalizme göre sosyal demokrasi" tezini rafa kaldırmış, askerin siyasete müdahalesini "sivil tepki" kılıfıyla pazarlar olmuştu. İkinci çatlak, "kimliklerin tanınması" konusundaydı. "Bireyin özgürleştirilmesi"yle kimliklerin tanınması, hatta din ve vicdan özgürlüğünün tesisi arasında "direkt bir bağ kurulamayacağı"nı deklare ederek bir kez daha yan çizme cihetine gittiler. Yani, kemalizme yattılar. Bir anda ilkeler unutuldu, dünya görüşlerinin üzerine kalın bir çizgi çekildi ve "sosyalizm", "artı değer", "eşit paylaşım" lafları bir kenara itildi. Hani kemalizm "sanayi devriminin getirilerini üretimden kopuk bir biçimde Türk halkına asker sopasıyla kabul ettirme girişimi"ydi? Hani gerçek devrimcilik üretimsizliğe, verimsizliğe, adaletsizliğe karşı savaşmaktı? Ne oldu? Yanlışlık kimde? Sizde mi, temsil ettiğiniz "sınıf"ta mı, yoksa "ilericilik" adına yıllarca resmî ideolojinin kokuşmuş temrinlerini kaktıran şarlatan teorisyenlerinizde mi? Hallacı Mansur ve Şeyh Edebali muhabbetinden sonra yeniden bölünme noktasına gelmişler; ne idüğü belirsiz "Anadolu solculuğu"nu kemalizme ihanet sayanlar birer birer istifa ediyormuş partiden. Kendi küçük obalarını kuracaklarmış. Bölünün bölünün. Siz bölündükçe, Türkiye'de bir şeyler yerli yerine oturuyor, toplum aslına rücu ediyor. Bölünün...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |