T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
İçim içime sığmıyor.... Veya seçim yolu...

Seçim en iyi yoldur, gelişmekte olan ülkeler için... Hele Türkiye gibi Doğu-Batı otobanında yer alan bir ülke için, hayati bir önem taşır.

Amma şu tartışmalar, sataşma ve hakarete dönüşmese... Veya iftira edip, dostların sosyal ve ahlaken erozyona uğramasına vesile olmasa...

Geçen akşamların birinde, NTV'de Ali Kırca'nın programında, SP lideri “Muhterem” Recai Kutan'ı vecd ve heyecan içinde, yakın maziyi ortaya koyan tavrı üzere, “duygulu anlar” yaşayarak, izledim, seyr ettim, mest oldum!..

Recai Bey, bir vecd ve fikir adamı... Bir Necip Fazıl'dan bir Arif Nihat Asya'dan “hikmet kokan” şiirler okuyarak, siyaset yapan bir devlet adamımız!..

FP zamanında, aramızda çok sıcak ilişkiler oldu. Hele 18 Nisan genel seçimlerindeki o fedakâr ve teslimiyetçi vakur tavrını unutamam.

Amma ben size, 91 yılı genel seçimlerinin bir parçasına dokunayım da, bizde geçmişte yapılan siyasetin nasıl bir ilke ve inanca dayandığını ve o ilkeler doğrultusunda nasıl bir gelişme gösterilip, “Millî Görüş”ün iktidar olup, sonradan “muktedir” olamadığını anlatmaya çalışacağım:

1991 yılı, yine bir seçim yılı idi. O zaman partilerde kontenjan vardı, tercihli oy kullanılabiliyor ve “ittifak” da yapılıyordu.

Refah Partisi, MHP ve İDP ile “ittifak” kurmuştu. MHP ile İDP'nin adayları, RP'nin listelerine serpiştirilmiş, hatta İstanbul'da MHP'den aday konmadığı için, MHP'liler, İstanbul'da, başka partilerde kendi yerine yakın gördükleri -ülkücü ve milliyetçi kadrolara- kimselere oy verme gibi birtakım yerel gelişmeler içinde yer aldıklarını istihbar ettiğimizden, merhum Türkeş'e, Laleli'de bir “Restoran”da bir yemekte bunu hatırlatmış, merhumla yemekten sonra tatlı bir sohbetimiz olmuştu.

O seçimlerde bendeniz de, “İstanbul 2. Bölge Kontenjan adayı” idim. Haliyle bu tercihle, “Genel Merkez'in adayı” olmuş oluyordum! Amma benim seçilebilmem için, RP'nin İkinci Bölge'de birinci parti olması gerekiyordu.

Her neyse, o zaman ki, RP il yönetimi, yaptığı çalışma ile, genel merkeze listesini onaylattı ve birinci sırada Ali Rıza Demircan, ikinci sırada Mehmet Ali Şahin yer alıp, liste doldurulmuştu!

Amma gelin görün ki, Recai Bey, Malatya'dan adaylığını koymayınca genel merkez tarafından Fatih ikinci bölgeden birinci sıraya konulmuş oldu!

Artık liste tasdik olmuş ve siyasî faaliyet başlamıştı.

Fatih'te seçim karargahında çalışıyor, program yapıp, sabah sokağa çıkıyor, gece yarılarına kadar, bar, kahvehane, birahane, meskûn her yere girip, “Adil Düzen-Millî Görüş” doğrultusunda propaganda yapıyorduk.

Bir gün de, seçim bölgemiz hudutları içinde kalan, Karaköy Yüksek Kaldırım'a gitmeyi planladık... Bir sabah vakti, o sokağa gidip, bir buket çiçek-bir çelenk koymayı uygun bulmuşlardı programcı ve propagandistlerimiz... Bahaddin Ulusan, Yakup Karoğlu, Mehmet Ali Şahin, bendeniz Karaköy'e gittik. Ve o sokakta Ali Günyılmaz'ın okuduğu bildiri ile bir basın toplantısı yapmıştık:

“Bu sokakta çok çirkin işler oluyor, Yüksek Kaldırım'da alçakça işler yapılıyor. Kadın vahşi kapitalizmin bir aracı, bir sömürü vasıtası olarak kullanılıyor. Bu kadınlar, doğarken masumdular, bu toplum onları suça işlemiş, onları “suçlu” yaparak, sermayenin vahşi çarklarını terk edip bir iştah ve nefis tatmini aracı kılmıştır” yolunda konuşmalar yapmıştık!

Bu tür bir propaganda ilk oluyordu. Ve ardından gelen 94 Mart yerel seçimlerinde, RP'nin adayı Recep Tayyib Erdoğan; İstanbul için projelerini ilan ettiğinde, “Karaköy'ü de kapattıracağım” diye, yerel yönetimlerin yetkisini belirtiyordu. Amma sonradan görüldü ki, iş belediyeyi değil, İçişleri Bakanlığı, haliyle valiliği ilgilendiriyordu.

Neyse ki, o “Yüksek Kaldırım macerası” gerektiği gibi, basında yer bulmuş, “Hürriyet, Milliyet, Tercüman” ve özellikle de “Cumhuriyet”te geniş bir makes, yani yansıma bulmuştu. Ki bizim gayemiz Recai Bey, seçilsin, Ankara'ya gitsindi!..

İşte o günlerden bugüne, tam onbir yıl geçti...

Bugün ise, bir Mehmet Ali Şahin AKP'de; Recai Bey de SP'nin Genel Başkanı... Her ikisi de 18 Nisan Genel Seçimleri'nde aynı parti, aynı grup ve aynı merkezde birlikteydiler...

Onları ayıran neydi acaba?

Ben, bir başkasının bir camiayı bölmesine razı olamam ve bir rakip güç tarafından, iki tarafı ayrı ayrı kulvarlarda koşmaya zorlamasına rıza gösteremem...

Bizim, geçmişten örnek değil, ibret almamız gerekir ki, birtakım siyasi entrikacı kafalar;

“Olur böyle şeyler, Abbasîler, Emevîler'i devirip iktidar oldular. Haşimiler'le Ümeyye oğulları, veya Evs ve Hazrec kabileleri birbiri ile kavga etmediler, savaşmadılar mı?” gibi kafa karıştıran sorular sorarak, işi geçiştirmek isterler!..

Halbuki, biz Anadolu insanıyız. Öyle dindarlıkta, Peygamber dostlarına tarih itibariyle yakınlığımız yoktur. Bir sürü hesap ve kitap işleri ile olaylara ve dünyadaki gelişmelere bakıyoruz.

Geçmişten alacağımız iyi örnekler var:

Birbirini sevmek, gelecekleri için fedâkarlık yapmak ve birlikte şer ve çıkar çevrelerine karşı mücadele etmek!

İşte ben, dün akşam Recai Bey'i izlerken, aşağısı sakal, yukarısı bıyık deyip, ne tarafa tüküreyim derken, her şeyi şimdilik içime çekip, beklemeyi kurtuluş çaresi olarak gördüğümden, derim ki:

“İslâm, otokratik yönetimden, demokratik/ümmetçi yönetime geçmek zorundadır.” Ama nasıl? O da Pazar'a kaldı.


www.sadikalbayrak.com

16 Ağustos 2002
Cuma
 
SADIK ALBAYRAK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED