|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bazı konular vardır, ülkenin gündemi ne olursa olsun, önemlerini hiç kaybetmezler. Bir sürekliliğe, bir zihniyete işaret ettikleri oranda belirleyici meseleler olarak kalırlar. İki gün önce gazetelerde Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun son kez katıldığı Milli Güvenlik Kurulu'yla ilgili küçük haberler çıktı. Daha çok Genelkurmay Başkanı'nın veda konuşmasını, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın karşı konuşmalarını öne çıkarmışlardı. Manşetlik bir gelişme ise satır aralarına sıkıştırılmıştı. "Üniversitelerdeki bölücü ve irticai terör örgüt faaliyetleri" maddesi altında yapılan görüşmelere YÖK Başkanı Kemal Gürüz de davet edilmiş ve söz alınca Üniversitelerarası Kurul'un bir bildirisini okumuş. Bildiri şöyle diyor: "Türkiye Cumhuriyeti ve Türk milletinin temel dil birliği olup, bundan asla ödün verilemez. Türk milletinin ana dili Türkçe'dir. Etnik bir dil ile eğitimin öngörülmesi, üniversitelerimiz tarafından kabul edilemez..." Türkler'in ana dilinin Türkçe olduğu aşikar, Anayasa ve yasalara göre ülkede bir dil birliği olduğu açık. AB uyum yasalarıyla gelen etnik dilde eğitim hakkının bu ilkeleri yaralamayacağı da ortada. Ama sorun bu noktada değil. Sorun Türk üniversitelerinin rektörlerini biraraya getiren bir kurulun, TBMM'nin çıkardığı bir yasayı, ülkenin demokratikleşme ve AB hattında izlediği güzergahı yanlış bulduklarını açıklayıp, bu değişikliğin kendilerini ilgilendirmediğini ve uygulamayacaklarını söylemesi.. Aslında önemli olan bu hakkın üniversite eğitimi düzeyinde şu ya da bu şekilde hayata geçirilip geçirilmemesi de değil. Önemli olan bir zihniyetin dışa vurumu. Bu, asayiş mantığı üzerine temellenen, hak ve özgürlükleri tehlike sınıfına sokan, terör mantığıyla ilintilendiren, kendisini idare sathında sınıflayıp, siyaset ve yasamanın karşısında duran bir zihniyettir. Bir- çok kamu kurumunu kuşatmakla beraber, özellikle "aklın ve özgürlüğün dünyası" olması gereken üniversiteleri bu şekilde sarması, tedirgin edici, çıplak gerçekleri gözler önüne koyucu bir gelişmedir. Dahası bir ülkede değişmenin sadece yasalarla değil, aynı zamanda uygulama ve zihniyetle ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Değişimde dış dinamiklerden çok iç dinamiklerin altını çizmektedir. Meşruiyetini ilkeden değil faydadan, toplumdan değil devletten alan değişim projelerinin ne denli kısır olabileceklerini göstermektedir. Benzer diğer konu, yine sadece bir iki gazetede konu edilen ve bir iki köşe yazarının değindiği "işkenceci polisler" meselesi... 1996 yılında Manisa'da bazı gençlere gözaltında yapılan işkence Türkiye'de karakol uygulamalarını insanların yüzüne bir kez daha vuran, sembolleşmiş meselelerden birisiydi. Türkiye'de basın, insan hakları örgütleri, kamuoyu bu konuda ayağa kalkarken, emniyet müdürlüğü olanı pek umursamıyor, hatta dönemin İçişleri Bakanı Tantan, Manisa Emniyet Müdürü'nü Ankara'da görevlendirerek neredeyse taltif ediyordu. Ardından yargı, işkenceci polisleri şu ya da bu nedenle ipin ucundan kurtarıyor, ama Yargıtay Ceza Genel Kurulu sanık polisleri suçlu bularak ve cezalandırılmaları talebiyle dosyayı ilgili mahkemeye iade ediyordu. Bunu takiben dosya yine sürüncemede kalıyor ve sanıkların '2003 Mayıs'ında zaman aşımından faydalanacakları biliniyordu. Sanıkların son duruşması birkaç dakika sürdü ve celse "avukatların çekilmesinin sanıklara bildirilmesi gerekçesiyle" 18 Eylül'e ertelendi. Olan aslında açıktır: İşkenceyi zımnen desteklemek... Belli ki hukuk devleti konusunda yol almak için önce bu devletin sivilleştirilmesine, yargının bağımsız ve güçlü kılınmasına ihtiyaç var. Bunlar ise toplumun tümünün katkısını gerektiriyor. Aksi halde bu ülke seçimi kim kazanırsa kazansın, dış dinamikler ne tür girdiler sağlarsa sağlasın, yerinde saymaya devam eder...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |