|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İşin başında söyleyelim ki, siyasette "enelik" peşinde koşanlar çok geçmez, "naneyi" yerler. Dedik ya, bir önceki yazımızda: "Mezarlar, yerlerinin doldurulamıyacağına inanan insanlarla doludur." Biz şimdi bunu, bir başka mecraya dökelim: "Mezarlar, vazgeçilmez olduğuna inanan insanlarla doludur." Memleketin sorunlarına da bu açıdan bakmalıdır. Ne diyor, CHP'nin yeni "dominyon valisi" havası estiren baronu: "Halktan bir şans istiyorum." Eh, böyle bir ortamda, ister istemez, akla, YTP'nin lideri İpekçi'nin sözü geliyor: "Ben, siyasetin lorduyum." İşte Türkiye'nin manzarası... Bundan sonra, bu senaryo ile, Türkiye'yi lordlar ve baronlar yönetecek, sanıyorlar. Durum böyle değil... Şu CHP'ye bakınız: Meşhur ve mahut İÜ İlahiyat Dekanı, köyü Araklı-Sürmene arasında sıkışan, (prof, dr.) Yaşar Nuri Öztürk'ün, CHP'ye girmesi, bize "tek parti sultası"nın son bulduğu yıllarda, İsmet Paşa'nın "son CHP kökenli" hükümetin "başbakanlığı"na Şemseddin Günaltay'ı tayininin çağrışımını yapıyor: CHP, bitiyordu. Son umut, son asrın (XX. yüzyılın) başında Modernist İslamcılar'ın başını çeken Günaltay'ı "başbakan" yaparak sandılar ki, halkı din yönünden uyutacak, yapılan din-dışı baskıların acılarını unutturup halkın "bir sel gibi" CHP'nin üstüne gelişine bir set oluşturmuş olurlar. Olmadı, halk-köylü tepkisi karşısında, sandığa gömüldüler ve bir daha "tek başına iktidar" yüzü görmediler. Şimdi yarım asır sonra, "müstevlilerin şahsi emelleri ile" çıkarlarını "tevhid/birliktelik" üzere seçim atmosferine yaymayı amaçlıyor, yollu planlarını sergiliyorlar. Çünkü, etrafa yaydıkları hava ile, "açık kapalı her kesimden" oy ister bir maske ile ekranlarda boy gösteriyorlar. Bu "başörtüsü" meselesi, bir parti veya hizbin sorunu değil... Tüm "Müslüman kadın"ların sorunu. O zaman da, bir buçuk milyar Müslüman'ın derdi, yaşam biçimi '...Yani "bir hayat tarzı" olarak mümin ve Müslüman olarak kendini kanıtlar. Bu bakımdan, hiçbir parti, hiçbir şekilde, "ben çözerim, ben üstesinden gelirim" veya "benim böyle bir sorunum yok" derse, orada durup, sağ duyu ile hareket etmelidir. Bu ülkede her parti "laik, demokratik sosyal hukuk devleti" kuralları içinde hareketi şiar edinip, siyaset yapacaksa, o zaman herkese aynı sorumluluk içinde, "çözüm bende" deyip de halkın inançlarını ve hayat tarzını "siyasî çıkar" potasında eritmeye hakkı olmamalıdır. Zaten, tarih sahnesinde sürekli "ben ben!" diyerek enaniyet peşinde koşanların akibetlerinin ne kadar fecaat ve zalam ile mühürlendiğini unutmuş değiliz. Şimdi karşımıza iki dekan çıktı: Biri de AÜ İlahiyat Fakültesi "eski dekanı" Prof. Dr. Mehmet Said Yazıcıoğlu. O da geçen gün AKP'ye girdi. İstanbul'lu dekan açtırıp saçtırıyor; Ankaralısı ise, örf ve adet üzere hareketle Diyanet'e reislik de yapmış ve hiçbir şekilde 12 Eylül sonrasında, halkın dinî inanç ve örflerine halel getirecek icraat ve baskılara boyun eğmiş değildi! Doğal olarak, diğer partilerde de "hocaların hocası" olacak kimseleri de gördük, göreceğiz! Öyle ise, şu partiler, bir an önce dinî değer ve hayat tarzı için hayatını vakfeden ve her türlü dünyevî ikbal ve makamları istiskal ve istihkar etmiş kimselerin rahatını kaçırmamak ve oyunu, kural ve prensipleri koyan Batılı normlara göre oynamalıdır. Zaten bunun dışında da bir kulvar, bir şerit veya bir saha ayrılmış değildir. "Her şeyi ve her yönüyle" herkes, her parti yüzünü Batı'dan çevirip, "uyum yasaları"ndan sapma gösteremez. Bu durum bile, içinde bulunduğumuz ortamın feraat ve açmazlığına en büyük delildir. Bu bakımdan, hiçbir parti veya siyasî lider kendini, İlahî emir ve yasaklar karşısında "vaz geçilmez" olarak görmemelidir, göremez de! Çünkü "Müslümanım" diyen herkes, eşitçe Hakk'ın emirlerine uymayı ve sorumluluk alanı dışına çıkmadan "kulluk vazifesi" idraki içinde yürüyüp hayat sürmelidir. Bilinen tarihî bir gerçek ki, Ebrehe adlı bir "putperest" gelip Mekke'deki kutsal emanetleri alarak, San'a şehrine taşımak ister. Mekke yakınlarında konaklayan "ordusu", Kâbe'nin muhafızı olan Abdulmuttalib'in "develeri"ni gasp eder. Develerini almaya giden, Abdulmuttalib'e, Ebrehe der ki: "Ben sandım ki, sen Kabe'yi yıkmayayım, diye geldin. Halbuki sen develerini istersin, bre gafil!" O da der ki: "-Ekselansları, haşmetmeab! Ben, develerin sahibiyim, onları isterim. Kabe'nin sahibi var, O'nu korur!" Sonuç malum: Ebabil kuşları, gelip korudular ve kurtardılar! Şimdi de siyasilerimiz kendi sorumluluk alanındaki mallarını korusun, boylarından büyük işlere girişmesinler.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |