|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kopenhag randevusuna iki gün kaldı. Müthiş bir gerilim yaşıyoruz. Papatya falında aşk için sonuca ulaşmak hiç şüphesiz çok daha kolaydı. Şiirimizde bazan sevgiliden bahsedilirken "kafir" sözü kullanılır. Bu sözün içinde sevgi ve serzeniş birlikte bulunur. Sevgilinin vefasızlığı, aşka karşılık vermemesi sorgulanır. İşte onun gibi bir duyguyla "kafir"in nazı karşısında ne yapacağımızı bilemez haldeyiz. Avrupa'da hiç de aşkımıza aşkla karşılık verildiğini söylemek mümkün değil. En olumluları, stratejik gereklilik sebebiyle Türkiye'nin AB üyeliğine sıcak bakabiliyor. Her olumlu cevapta "kerhen"li bir öz bulmakta zorlanmıyorsunuz. Önce "farklar" sayılıyor, kapatılamaz farklar: Din-kültür farkı, coğrafya farkı gibi... Ardından güncel farklar: Ekonomik gelişmişlik farkı, demokratik standart farkı... Sonra farklara ilişkin korkular geliyor: Bu nüfus miktarıyla, bu din-kültür farkı bir arada Avrupa içine girerse ne olur? Bütün bunların ardından "kerhen evet"in içini dolduracak gerekçeler geliyor. Bu da "Türkiye'yi bu coğrafyada başıboş bırakmaya gelmez"den, "madem 1960'larda söz verdik, Helsinki'de onu te'yid ettik"e, oradan "Türkiye'nin üyeliğini reddetmek AB'yi bir Hristiyan Birliği halinde algıladığımız sonucunu doğurur, bu da İslam dünyasına karşı son derece olumsuz bir görüntü verir" söylemine, oradan da "Türkiye AB'ye alınırsa, İslam dünyasına Müslüman–demokrat–laik ülke modeli sunulmuş olur" gerekçesine uzanıyor. Dikkat edilirse, bunların tümü, Türkiye'nin üyeliğinin "Avrupa" diye kimi zaman bir medeniyeti, kimi zaman dini-kültürü, kimi zaman stratejik– ekonomik hesapları ihtiva eden bir bütün tarafından okunuşunu sergiliyor. Türkiye'nin üyeliğine en olumlu bakanlar bile böyle bir bütün içinden bakıyorlar. Türkiye'ye karşı rezevli davrananlar ise, bu "bütün"lüğü çok daha köşeli ifade ediyorlar. Fransa'dan Valery Giscard D'Estaing, Almanya'dan Stoiber gibileri, bir anlamda "kötü adam" rolünü üstlenerek, "Türkiye'yi almak AB'nin sonu olur" gibi çok katı açıklamalar yapıyorlar. Bunların da din-kültür-medeniyet ve coğrafya çerçevesinde bir "Avrupa" tanımları var. Türkiye'nin nüfus büyüklüğü, din-kültür-medeniyet muhtevası ve coğrafyası ile bu Avrupa tanımına uymadığını vurguluyorlar. Genelde, D'Estaing ve Stoiber gibi keskin Türkiye karşıtlarının tavrını sadece "Türkiye düşmanlığı" gibi algılıyor, öfke duyuyoruz. Nisbeten olumlu bakanların tavrında ise "kerhen" boyutunu hiç görmemeyi, sadece "evet"lerle ilgilenmeyi tercih ediyoruz. Buradan, gerçekte bizim AB'nin içine girişi veya dışında kalışı çok da iyi değerlendirmediğimiz sonucunu çıkarmak mümkün. Sanki bizim için "farklar" hiç önem arzetmiyor. Ne din, ne kültür-medeniyet, ne coğrafya.... hiçbir konuda "Acaba sorun çıkar mı?" gibi bir kaygımız yok. Sanki içeri girersek cennete girmiş, dışarda kalırsak cehenneme mahkum olmuş oluruz gibi hisler taşıyoruz. Bu da belki AB'nin mağrur, müstağni ve dışlayıcı tavrını besliyor. Hatta belki şüphelerini de artırıyor: "Bunlar din-kültür-medeniyet-coğrafya alanında ortaya çıkması mümkün bu kadar büyük sorunların bir çırpıda nasıl hallolacağını düşünüyor olabilirler?" gibi bir soruyu önemsedikleri için... "Demokratik standartlar AB gereği olduğu için değil, bizim halkımız buna layık olduğu için gerçekleştirilmeli. Aynı şekilde ekonomik standartlara, AB ile bütünleşme zarureti çerçevesinde değil, halkımız daha insanca yaşayabilsin diye ulaşılmalı" diye bir tezimiz var. Bu tez anlamlı. Bu tezde nisbi bir "istiğna-yani olmasa da olur" psikolojisi var. Bu tezden yola çıkılırsa, "Biz demokratik ve ekonomik gelişmemizi sağlayalım, ondan sonra isterlerse bizi AB'ye almasınlar" deme noktasına gelinebilir. Nitekim Tayyip Erdoğan, zaman zaman İsviçre örneğinden yola çıkarak bunu seslendiriyor. Ama gene de bu söylem, AB ile ilişkilerde Türkiye'nin psikolojisini ne kadar etkiliyor, doğrusu çok net değil. Ayrıca bu tezde, din-kültür-medeniyet farkı üzerine bir mülahaza mevcut değil. Sanki "onlar üzerine kafa yormaya gerek yok" der gibi... Oysa, gerek var. Türkiye, İslam etrafında örgülenmiş 1000 yıllık bir medeniyet-kültür iklimi demek, İslam coğrafyasının bir parçası demek aynı zamanda. Tarih içinde yüzyıllarca Avrupa ile ilişkileri de etkileyen bir iklim bu. AB ile bütünleşmek demek, tüm bu iklimin etkileşim içine girmesi demek. Vermek ve almak demek. Neyi verip neyi alacağımızı, bunun toplumsal planda ne tür sonuçlar vereceğini dikkate almak demek. "Batılılaşma" sürecinin Türkiye'de ne tür sancılar doğurduğunu görmemek mümkün değilken, yaşanan olgunun "Batılılaşma" perspektifinden ne anlama geldiğini hiç kimse sorgulama gereği duymazsa, bu Türkiye'de kimlik sorununun hiçbir anlam taşımadığı sonucunu doğurmaz mı? Hele, "Beni bünyene al" diyen Türkiye karşısında Avrupa'nın kendi coğrafyası adına bir "kimlik kaygısı"na düştüğü bir zamanda, bu "kaygısızlık" çok dramatik görünmez mi? Çok kötü bir mirasyedi görüntüsü vermiyor muyuz?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |