T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
'Bir çeşit...' II

Abdülbâki Gölpınarlı'nın, geçen hafta başladığımız "Mâzi özlemi veya dün-bugün" başlıklı makalesini misafir etmeyi, kaldığımız yerden sürdürüyoruz:

"Bir çeşit hatır saymak vardı... Bir çeşit insanca saygı: Toplulukta gizli konuşulmazdı. Kimsenin sözü kesilmezdi. Bağıra-bağıra konuşmak pek ayıp sayılırdı. Herkes birbirinin sözüne riayet eder, özüne saygı beslerdi ve bu saygıyı bilmeyenler pek ayıplanırdı. Kaçınılırdı onlardan... "Meclis bozan" denirdi onlara ve pek nadir bulunurdu böyle kişiler...

Bir çeşit hoşgörü vardı: "İnanç"ı inanılmasa bile hoşgörüş; ayıplının ayıbını örtüş... İnancı ayrı olan sağsa, gıyabında "Allah hidayet etsin" diye anılırdı. Ölmüşse, "dinince dinlensin" denirdi. Kör'ün, sağır'ın yanında körlükten, sağırlıktan söz edilmezdi. Ayıplının yanında, o ayıbını hatırlatacak sözden kaçınılırdı ve böylece, bir meclisde herkesin ilk düşüncesi buydu...

Yollar tertemizdi. Ayrıca da; herkes sabahleyin kapısının önünü sular, süpürürdü. Nasılsa yolda bir taş... Hem de küçük bir taş gören, giderken durur; bir çocuğun sürçmesine, bir âmânın düşmesine sebep olur diye hemen eğilir alır, yolun kenarına kordu. Yolda birisinin düşürdüğü küçücük bir ekmek parçası, bir simit parçası gören eğilir onu alır. Öper, yahut öper gibi ağzına doğru götürür, sonra da bir duvar kovuğuna, ya da bir ağaç yarığına kordu. "Nimet"ti ve nimete hürmet gerekirdi.

Mahalleli birbirini tanır, severdi. Uygunsuz kişi hiçbir mahallede tutunamazdı. Bir ölüm, bütün mahalleyi kapsardı. Cenaze kalkar kalkmaz, o eve "önce kıble komşusundan" çorbasıyla, etlisiyle, tatlısıyla bir tepsi yemek gelirdi. Ertesi gün sağ, sonra sol komşudan. Ve bütün bunlara öbür komşular sırasıyla katılırlar, bir hafta yaslı evde yemek pişirmek zahmeti düşünülmezdi.

Sabahleyin evde ilk iş, "lambanın şişesini silmek"ti. Lamba şişesine "hoh"ladıktan sonra küçük, incecik bir sopaya sarılı temiz bir bez şişeye sokulur; döndürüle döndürüle, şişe gıcır-gıcır silinir, üstü de silindikten sonra kenara konur; lambanın gazına gaz eklenir; fitili temizlenir; hususi makasla kesilir; idare kandili de aynı tarzda hazırlanırdı. Ne elektirik vardı, ne elektirik kesilmesi! Ne küçücük, bu günün eğri-büğrü, kırık-dökük mum istifi...

Şehrin yollarında, iki yanda ağaçlar vardı... Pencerelerde fesleğenler... Bahçeleri vardı her evin... Bahçelerde güller, çeşitli güller, karanfiller... Yol kıyılarında gecesefaları... Bir meydan vardı... Geniş, güzel: Ortasında suyu pırıl pırıl büyük bir havuz...

Girişinde sağda, iki güzel, temiz kahve; asırlık çınarlarla, kestane ağaçlarıyla gölgeli... İkinci kahvenin sonunda tertemiz bir lokanta... Buluşulur, oturulur, sohbetler edilirdi. Yemek yenilirdi. Dinlenirdi, üstadlar gelirler... Şiirler okunur.. İstekliler "baygın âşıklar" gibi onların yüzlerine, sözlerine dalarlardı. Küllük denmişti nedense vaktiyle... Sonradan Güllük olmuştu adı. Uçan kuşun kanat sesi duyulurdu orda... Alınan verilen soluk, işitilebilirdi.

Şehzadebaşı'nda, Bayezid'den gidilirken sol yanda bir kahve vardı. Adı, Fevziye'ydi... Haftada bir musiki âlemi kurulurdu orda. Hoca'dan Büyük Dede'ye, Büyük Dede'den Şevki Bey'e dek nameler çağlardı, besteler dile gelirdi, güfteler duyulurdu gönülde. Ama ayrı bir söz, bir fısıltı duyulmazdı... Nefes alınmazdı sanki. Birisi bir para düşürmüştü yere... Hemen ayağını basmıştı üstüne. Sesi, bu ahengi bozmasın diye...

Boğaz, Göksu, Haliç, Kâğıthane... Kıyılardaki yalılar... Oralardaki musiki âlemleri... "Hammiğnesi" kayıklar... Nağmeler, elemler, emeller... Bütün bunlar ne söze sığar, ne yazıya gelir...

Dostluk vardı, vefâ vardı; söz vardı, ruh vardı. Huzur vardı, feyiz vardı, zevk vardı. Neş'e vardı, edeb vardı, can vardı, canan vardı, hicran vardı... Aşk vardı...

...

Şimdi "yol"u sormayın; bilen yok ki... Evler burunsuz... dümdüz yüzlü. Hepsi de birbirinin aynı... tanınmaz ki...

Şoför arkadaş sakallıya baba.. amca; gence abi diyor. Kadın'a "bayan" demeyi de unutmuş... Teyze, yenge, abla diyor. Vapurda "bildik" yok... "Belli yer" kalmamış...

Ezan artık inanana "Aziz Allah" dedirtmiyor.. adamı ürkütüyor; "Lâ havle" dedirtiyor. Seyyar satıcıların sesleri canından bezdiriyor herkesi... Mahalle kahvesi, hiç kalmadı. Külhanbeylik, "haraççılık" olmuş. Geceyle gündüz belli değil. Yollar, pislikle dolu mu dolu. Apartmanlarda oturanlar birbirlerini tanımıyorlar.. hepsi her gün bir olayla dertli... Elektirik muma, gaz lambasına muhtaç ediyor adamı. Ağaçlar kesilmekte... Çeşmeler musluksuz. Kalanların kitabeleri, aynaları, kırılmayı bekleyen boynu bükük zavallılar...

Küllük; eğri büğrü merdivenli, yamrı-yumru duvarlı otomobil mahşeri... Seyyar satıcı pazarı... Çiğ renkli kilim duvarlara asılmış, gözleri zedeliyor. Pislik birikintileri ayakları kaydırmakta. Biber, et, soğan kokuları buram buram. Borazanlı satıcıların sesleri kulakları tırmalıyor.. ve bu "meydanlıktan çıkmış" meydanın sonunda, irfan merkezimiz Üniversite!.. Çalışanın hatırı mı sorulur... Tanıyan mı var onu?

Selâm, bir "gericilik".. Hiç böyle şey olur mu? Ne ilkel töre!.. "Uğurlar olsun" ne demek?.. Dense bile yok buna karşılık veren... Masaya oturanın "âfiyet olsun" demesine şaşanlar bulunur... "Nereden tanıyor ki bu bizi" diyor içinden ve cevap bile vermiyor...

Beş kişi bir araya gelse, beşi de bağıra bağıra konuşuyor bu gün... Yahut "ee... iii.. uuu" diye inleye inleye, kesik konuşmak moda olmuş...

İnanca, dine, imana saygı değil, "sövgü" var artık.

Müzik piçleşmiş... ne Doğulu, ne Batılı, fakat şu muhakkak ki bizim değil, değil, değil.. Ve biraz değil çok pek çok zırdeli!

Ve biz, bu ülkede artık garibiz: "Gâh olur gurbet vatan, gâhi vatan gurbetlenir".."
Evet!


9 Aralık 2002
Pazartesi
 
İHSAN DENİZ


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED