T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Kıbrıs (ve Türkiye) için 'dönüm noktası'...

Kıbrıs'tan yükselen seslere kulak veriyorum. Bundan bir süre önce, Kıbrıs'tan elektronik posta bombardımanına uğramış, '28 Şubat 2003'e dek sadece Kıbrıs yazmam gerektiği' bir uyarı ve rica olarak bana iletilmişti. Irak konusuna girersem, Kıbrıslı Türkler, soydaşlarımız onların hakkını hukukunu savunan bir sesten Türkiye'de mahrum kalacakları gibi bir duygu içine girmişlerdi.

Kıbrıs'ta önceki günkü, bir 'dönüm noktası' niteliğindeki 'miting'ten; bence 'Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini kendi eline aldığı' o 'büyük halk hareketi'nden bir gün önce, şöyle bir mesaj aldım: "Lütfen ama lütfen Irak'a sıkışmayınız. Ne olur şu sesleri duyun; Kıbrıs'tan yükselen halkın sesine bir değinin yarın. 'Denktaş istifa', 'Derin devletin son temsilcisi Baykal', 'Çankaya değil Kıbrıs sokaklarında çözüm' diyorlar ağlayarak. Basın ve sesini yükselten halk kıracak statükoyu. Yardımcı olun."

Peki. Kabul. Zaten, Lefkoşa'daki muhteşem miting, Irak konusunu bir günlük olsa bile, askıya almamızı gerektirecek kadar önemliydi. Ayrıca, Irak konusunda son bir kaç gündür yazdıklarım, bence amacına ulaştı. Patlak veren tartışmanın bundan 11-12 yıl öncekinden, Körfez Krizi-Savaşı sırasındakinden düzey ve içerik olarak pek bir farkı yok. O dönemde, Turgut Özal'ın karşısında dizilen 'anakronik koalisyon' bugün de, -medya köşelerinde aralarında önemli fireler vererek- söz konusu. Zayıfladılar, kan kaybettiler ama aynı yelpazede yayılarak varlar.

Turgut Özal'ın Musul-Kerkük ile ilgili niyetini o dönemde Amerika'nın veto ederek akamete uğrattığı için 'kalbi kırık öldüğünü' ileri sürenlere de kulak asmayın. Böyle bir olay yok. Bu, gerçek değil. Turgut Özal'ın Musul-Kerkük ile ilgili, hasımlarının yaydığı, cinsten bir niyeti asla söz konusu değildi. Bu nedenle 'kalbi kırık' da ölmedi. O dönemde, kendisinin danışmanı olarak en yakınında bulunan ve kendisiyle saatlerce 'Irak politikası' konuşmuş birisi olarak, Irak konusunda ne düşündüğünü ve ne düşünmediğini benden daha iyi bilen ve bilebilecek birisini tanımıyorum.

Bundan 11-12 yıl önce yazdıklarıma ve Turgut Özal politikasına başkaldıranlar, o gün hangi savları ve sözcükleri kullanıyorlarsa, bunca yıldır gelişme kaydetmemişler, aynı savlar ve sözcüklerle tepki veriyorlar. Yine de yazıların amaca vardığının göstergesi olarak, onca olumlu-olumsuz tepki arasından, görgü ve bilgisini önemsediğim birinden gelen şu satırları alıyorum:

"Yazınız bilimsel anlamda açıldığı taktirde bir kitap oluşturacak kadar düalist nitelikler taşıyor. Ancak, iç dinamikleri "linkage politics" teorisi ışığında da düşünmek gerekiyor.ABD, Monroe Doktrinini bile salt ulusal çıkar penceresinden ilan etmişti.Peki Türkiye, yazınızdaki fırsatları kavrayabilecek bir dünya görüşüne sahip yöneticilere sahip mi? İkincisi, bıraktım proaktiviteyi, reaktif refleksleri bile bu derece zayıf bir ülkenin, binlerce El-Kaide ve PKK militanına yem olma olasılığının hiç de az olmadığı bir coğrafi derinliğe harekat düzenlemesi bizi nereye götürür? Eğer Kuzey Irak'a askeri anlamda hakim olursak, Avrupa Birliğine elveda demenin alt yapısına kavuşacağımızı bilmiyor muyuz? Bu yönelimler, "güvenli toplum" olmaktan çıkıp, "güvenlik toplumu" olmaya doğru son adımlardır.Güvenlik toplumu üniformalı ve üniformasız generallerle, güvenli toplum ise, demokrasi idealine gerçekçi bir şekilde bakan sapına kadar siyasetçilerle, yani toplumsal refleksleri yüksek, büyük düşünen kimselerle yönetilir. Clamenceu'nun dediği gibi, "savaş generallere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir".Ne "disabled" Erdoğan ve Gül, ne de "selamsız bandosunun mızıkacısı" Baykal, Türkiye'yi taşımak istedikleri yeri bilmedikleri için taktik ve stratejik ayrımlara dayalı bir hazırlık içinde değiller.Şuurunu bu kadar kaybetmiş bir ortamda da, şaşkın tavuk misali çıkan savaşa hayır sesleri de, Türk Tipi sivil toplum anlayışının dayanılmaz hafiflikleri.Evet ABD güçlüdür.Ancak, Bağdat'a giren ABD güçsüz olacaktır.Eğer, müzakere parametrelerimizi destekleyecek güç politikası uygulayacaksak, ABD'nin girmesini bekleyip, müzakereler başladıktan sonra zayıf bir ABD'nin yanında masaya oturmalıyız.Bu Kuzey Irak'a girmek anlamına gelmez.Yani, Alexander Wendt gibi yapısalcı bir yaklaşım gerektirir.Türkiye büyük oynamak istiyorsa, Avrupa'nın hem Protestan(Weberyen anlamda), hem de bağnaz Katolik(St. Augustine'in analizinde) sentezini yönetim kademelerine kadar uzatmış İngiliz tarzı bir politika gütmelidir."

Değerlendirme, daha uzun. Ben, burada kestim. Daha birçok önemli yönü var. 'Irak konusu'nda ne yazdığımızı, niye yazdığımızı anlamış birisinin, bu konuya nasıl yaklaşılması gerektiğine dair düşünce kıvrımlarımızı harekete geçiren saptamaları. Böyle bir mesaj aldıktan sonra, bir süre durabiliriz.

Ve, Kıbrıs'a dönebiliriz. Aslında, 'Çankaya Zirvesi'nden sonra; yani Abdullah Gül hükümetinin Kıbrıs politikasını Çankaya'nın 'yüksek duvarları arkasına' taşıyaması ve Rauf Denktaş'la dans etmeyi tasarlamasının ardından, benim 28 Şubat 2003'e dek pek bir 'iyimserliğim' kalmamıştı. Hele, Abdullah Gül'ün tam bir hafta önce KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu ile görüşmesinin ardından, 113 trilyon Türk lirasının Kıbrıs'a gönderileceğini, bu meblağın ek bütçeye eklendiğini muhatabının kulaklarına yayılan mutluluk tebessümünün yanıbaşında açıklaması ile, 'Bu iş bu kadar' duygusu zihnimden geçmişti. 'Bu hükümet, Kıbrıs konusunda kendisinden öncekilerle fiiliyatta farketmeyecek. Rauf Denktaş, bunları suya götürür; susuz getirir. Geçmiş olsun. 28 Şubat 2003'e dek hiçbirşey olmaz artık. Tıpkı 12 Aralık 2002 fırsatı kaçtığı gibi...'

Böyle bir durumda tek umut kalmıştı. Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini eline alışı. Kendi kaderine hükmetmeye kalkması. Kendi gayreti ve çabasıyla, 'Türkiye'deki dar bürokratik oligarşinin elinde rehin kalmaktan kurtularak', AB yolunu kendisine açması. İşte, KKTC nüfusunun yüzde 15-20'sini, -Kıbrıs Türk halkının neredeyse yarısı demek bu- Lefkoşa'da meydana taşıyan ve Denktaş'ın istifasını isteyen, Annan Planı ve AB üyeliğine 'evet' diyen muhteşem miting, bu anlama geliyordu.

Lefkoşa'da önceki günkü miting, Kıbrıs Türk halkının kendi kaderini ellerine alışını ifade ediyor. Bu anlamda, 1974'ten bu yana en anlamlı gelişme. AB kapıları açılacaksa, muhtemelen, böyle açılacak.

Nitekim, Denktaş, derhal tepki vererek, 'Böyle mitinglerin bir yarar getirmediğini, müzakere masasında elini zayıflattığını' söyledi. Bu, aslında bir itiraf. Çünkü, bugüne dek hiç böyle bir miting olmamıştı ve Denktaş, müzakere masasına bu nedenle hep 'eli güçlü' oturmuş. 'İtiraf', şu ki Denktaş bu 'güçlü eli'yle bugüne dek hiçbirşey elde edememiş! Dolayısıyla, bundan sonra da elde edebileceği bir şey yok. Zira, Kıbrıs Türk halkı da artık açıkça anladı ki, Denktaş'ın 'çözüme niyeti' bundan önce olmadı; bundan sonra da olmayacak.

Kıbrıs Türk halkının artık Rauf Denktaş'tan koptuğunu görün. KKTC'de gelişmeleri izleyen nice gözlemciden, 'Artık, Türkiye, istese bile ne Denktaş'ı ne bir başkasını seçtiremez' saptamasını işittim. Aynı gözlemcilerden, Kıbrıs Türk halkının, Denktaş'tan koparken Tayyip Erdoğan'a bel bağladığı yargısını da duydum.

Tayyip Erdoğan ne düşünüyor bilemem ama önceki günkü gelişmeden sonra, benim 'Kıbrıs'ta çözüm' yani Kıbrıs Türk halkına AB kapılarının açılması ve Türkiye'nin AB yolunun rahatlaması umudum yine yüzde 50-50'ye yükseldi.

Kıbrıs Türk halkı, bu enerjiyi ortaya koydukça 2003'ün ilk dönemleri için umutlanabiliriz demektir. Bu duygularla, tüm okurların 2003 yılını kutluyor, ülkemiz, ulusumuz ve insanlık alemi için hayırlı sonuçlar getirmesini diliyorum.

Not: Bu yazı yılın son yazısı. Önümüzdeki hafta dinlenelim, 'pillerimizi şarjedelim' ve bir sonraki hafta, yeni yılın ilk günlerinde buluşalım. CÇ.


28 Aralık 2002
Cumartesi
 
CENGİZ ÇANDAR


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED